30 Aralık 2015 Çarşamba

Özet

Bir yılın son günlerinde dönüp geriye bakmak, karmakarışık bir yumağa dönmüş bir şeyin ucundaki ipliği tutup geriye doğru yürümeye çalışmak; hayat, 2015’te, her zamanki gibi yanılsamalarla doluydu yine, öyleyse zaman labirentinin duvarlarına tutuna tutuna geriye doğru ilerlemenin bir mahzuru olmasa gerek; nasılsa feraha çıkacağımız yok, bir seneyi kısacık bir yazıya sığdıracak da değiliz. Bu özet, tüm özetler ya da tüm listeler gibi öznel bir bakış açısı sunabilir sadece, o kadar.

Öncelikle şunu söylemiş bulunalım: 2015, edebiyat açısından pek parlak bir yıl değildi. (Hangi açıdan parlak bir yıldı, o da ayrıca tartışmaya açık.) Bu değerlendirmenin kime, neye göre olduğu tartışılabilir elbette; ya da parlak bir yıl diye tanımlanacak zaman diliminin ne gibi ölçütlerce bu yaftayı kazandığı irdelenebilir – o halde bu yıl çıkış yapan yazarların (yeni edebiyatın) getirebildiği sesi ve halihazırda çağdaş kanon içinde yerleşik isimlerin yeni metinleriyle kat ettikleri mesafeyi önceki yıllarla kıyaslayarak kişisel bir değerlendirme yaptığımı belirteyim. Eh, yılın furyasına tekabül eden boyama kitaplarının sektördeki en önemli gelişme olduğu bir seneden bahsediyoruz sonuçta, fazla söze gerek yok aslında. Boyama kitapları -ki yetişkinlere yönelik olanları, altmışlı yıllardan beri üretilmekte ve satışa sunulmaktaydı- bu yıl global anlamda ağırlıklarını ortaya koydu ve milyonları aşan satışlarla dünyanın dört bir yanında yetişkinlere, ilkokul öncesi günlerine dönme ve çizgilerden taşırmadan boyama “yapma” fırsatını sundu. Bunlar, endüstrinin akıl sır ermez eğilimleri sayesinde hobi kitapları kategorisinde değil, kitap kategorisinde değerlendirilip listelerin başına da kuruluverince 2015 tarihe boyama kitaplarının yılı olarak geçti. Vampirler, melekler ve erotikadan sonra kitleler, henüz çizgi çizmekte zorlandıkları yıllarda haşır neşir oldukları bir formata geri dönüş yapmıştı ve matbu kitabın öldüğünü, onun yerini elektronik formların alacağını çoktan ilan etmiş olanların önceki yıllardaki kehanetleri adeta boşa çıkmıştı: Matbu format, dijitale boyun eğmemişti. Öte yandan okunmasalar da ciltlenmiş kağıt mamulleri olmaları dolayısıyla kitap adını taşıyan bu tüketim nesneleri, yılın temel yanılsamasına zemin hazırlamıştı: Okunmayan kitaplar ve okur değil de müşteri diye betimlenecek kitleler, “okunan” kitapların, “okuyan” kitlelerin yanına dikilmişti. Analistler, okurun artık sadece yazarın rehberliğinde çıkacağı bir yolculuk peşinde değil, interaktif olarak müdahil olabileceği bir tecrübe arayışında olduğunu iddia etmekteydi. Özetle, onların gözünde yeni “okur,” okumaktansa, “yapmak” derdindeydi.

Boyama kitapları, önümüzdeki yıl da saltanatlarını sürdürecek gibi görünüyor, ama arkalarından ne geleceği, nasıl girişimlerin önünün açılacağı henüz meçhul – Taht Oyunları’ndan Star Wars’a, Candy Crush’tan Harry Potter’a daha boyanacak pek çok satış garantili “düş,” bunların popülaritesinden yola çıkarak kitleler için hazırlanacak pek çok farklı, interaktif deneyim var. Bu noktada naçizane önerim, eğer çoktan yapılmadıysa tabii, kazı-kazan formatlı kitaplar: Ancak kazınarak okunabilecek bu kitaplar, sadece kişiye özgü eşsiz bir deneyim sunacak, metinle kavuşma olayını tırnakla kazıyarak hak etmeyi mümkün kılacak – girişimciler çoktan projelendirmiştir bile, bize düşen, dalgasını geçmek olsun. (Buraya bir emoji yerleştirecek olsam, kuşkusuz Oxford’a göre Yılın Kelimesi, -hiç sevmediğim- gülerken gözlerinden yaş gelen surat emojisi uygun olurdu.)

Boyama kitaplarıyla boy ölçüşemese de, bir başka eğilim daha göze çarpıyor bu yıla dönüp baktığımızda: Geçmişe dönüş. Dünyanın siyasi atmosferinin gergin, kültürel üretimin birtakım sektörel yönlendirmeler doğrultusunda satış “garantisi” olana yönelik ilerleyişinin de payı vardı kuşkusuz: 2015, ticaride serilerin devam kitapları, edebide ise kıyıda köşede kalmış klasiklerin gündeme oturduğu bir yıldı. Stieg Larson’un İskandinav polisiyesi furyasını başlatmış olan Milenyum Serisi bir başka yazar, David Lagercrantz tarafından devam ettirildi; Agatha Christie’nin Ve Perde İndi’de öldürdüğü Hercule Poirot, zaten 2014'ün son günlerinde Sophie Hannah’nın kaleminde yeniden hafiyeliğe dönmüştü; Gri’nin Elli Tonu’nun sadomazoşist kahramanı Christian Grey, bu yıl olan biteni kendi ağzından anlattı; Alacakaranlık’ın Edward Cullen’ı, kendi hikayesini yazdı – eh, patinaj, esas olandı. Jane Bowles, Sylvia Plath, Lucia Berlin, Clarice Lispector gibi dehası tartışılmaz yazarlar yeniden gündeme geldi, geçmiş rüzgarlar yeni bir ivme kazandı. Bu esnada, Cervantes’in kemiklerinin bulunması tesadüftü elbette ama edebiyatta geçmişe dönüşün yaşandığı bir yıla da ancak böylesi bir olay yakışırdı. Öte yandan normalde yeri göğü inletecek dev yazarların (FranzenRushdieEco) kitapları, genel anlamda o kadar büyük ses getirmedi (Eco ve Franzen'ı ben severek okudum gerçi, ama mevzu benim sevdiğim şeyler değil) janr değiştirip fantastiğe kayan Ishiguro ise, tartışmaların odak noktasına oturdu. Knausgaard ve Ferrante’nin seri kitapları, yazıldıkları dillerin sınırlarını aşarak uluslararası ilgiye mazhar olmayı sürdürdü; enteresandı, zira Knausgaard, kendi yaşamını yazınına malzeme edip basında sıkça yer alırken Ferrante, tam tersini, kimliğini gizlemeyi seçmişti. (Yine de kimliğini açık etmeden birkaç söyleşi verdi ve kitaplarının yeterli olduğunu, kimliğinin önem taşımadığını belirtti.)

Telifsiz eser kapsamına girerek geçmişten bugüne adeta yeniden ışınlanan Küçük Prens ise, dört bir yanı kasıp kavurdu - çağ, kısa mesajla iletişim çağıydı ama iddia, ticari kitapların (kaynaklar: NY Times çoksatar listeleri ve Google Books) son on yılda yüzde yirmi beş oranında uzamış olduğu yönündeydi. (320 sayfadan 400’e.) Küçük Prens, her şeyi sayan adamdan bahsederken kuşkusuz birilerinin oturup sayfa sayısı istatistiği çıkaracağı bir dünya tahayyül etmemişti.

Kitaplardan ziyade yazarların neler yaptığının konuşulduğu bir yıldı: Franzen, Iraklı birçocuğu evlat edinmek istediğini belirten açıklaması ve Audubon derneği ile sürtüşmesiyle, Foer eşinden boşanmasıyla, Joan Didion yer aldığı Celiné reklam kampanyasıyla, Harper Lee uzun yıllardır süren sessizliğini kendi rızasıyla bozup bozmadığına yönelik tartışmayla gündeme geldi. Murakami’nin henüz gençken kütüphaneden aldığı kitaplar, son derece abes bir biçimde “sızdırıldı” ve yazarın Joseph Kessel’ın Gündüz Güzeli’ni okumuş olması, dolaylı imalarıyla, yazıp çizecek bir şeyler bulamayanları epey oyaladı. Fast food zinciri Chipotle’ın ambalajlara bastığı edebi metinler ise, yılın en akıl almaz yayıncılık girişimleri arasına girdi.

Bu bağlamda yılın en dehşetli olayı, Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıydı kuşkusuz. Saldırının hemen akabinde PEN’in Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nün dergiye verileceğinin açıklanmasıyla uluslararası kamuoyu ikiye bölündü: Yapılan saldırıyı “amasız” kınayanlar, saldırıyı doğru bulmasalar da Charlie Hebdo’nun “rencide edici” mizahı nedeniyle böyle bir ödül almaması gerektiğini düşünenlerle karşı karşıya geldi. Teju Cole, Joyce Carol Oates, Peter Carey, Lorrie Moore, Alison Bechdel ile başlayıp sayıları birkaç yüze ulaşan PEN üyeleri ödülü protesto ederken Salman Rushdie’nin başını çektiği diğer bir grup, kalemi tutan ele yönelik saldırının lanetlenmesi ve kurbanların onurlandırılmasının elzem olduğu görüşündeydi. Salman Rushdie -ki zamanında benzer eleştirilerle karşılaşmış ve yaşamının büyük bölümünü bir ölüm fetvasının gölgesinde geçirmişti- Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilince İran, fuardan çekileceğini duyurdu; tartışmalar, bir yere varamadı. Paris’te Kasım ayında gerçekleşen bir dizi terör saldırısı, bu defa yazarları yahut çizerleri değil de topyekun sivilleri hedefleyince “rencide olmak/ifade özgürlüğü” odaklı atışmalar, yerlerini maalesef ki yeniden ısıtılıp önümüze konan tatsız bir meseleye, son derece genelleyici olan medeniyetler çatışması bahsine bıraktı. Bu toksik atmosferden geriye ise Parislilerin kurbanlarını anarken sokak köşelerine çiçekler ve mumlar eşliğinde bıraktığı bir kitap, Hemingway’in Paris Bir Şenliktir’i kaldı.

Pek çok kayıp verildi bu sene, adlarını listelercesine yazmak anlamsız elbette; Yaşar Kemal’siz geçen ilk yılımız dolmadı daha, Gülten Akın hatırımızda, Eduardo Galeano, Günter Grass ve niceleri göçüp gitti. Edebiyat dünyasının dışında kalan başka kayıplar da var unutmamakla yükümlü olduğumuz ve çağın manzarası, hafıza ve vicdanımıza daha çok yük bineceğine işaret eder nitelikte.

Yazıyı, bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Svetlana Aleksiyevic’le bağlamak doğru olacak belki de: Aleksiyevic’in kurmaca yazarı değil de sözlü tarihle uğraşan bir araştırmacı olduğunu vurgulayarak... Tanıklık anlatıları derleyen Aleksiyevic, son derece çarpıcı olan Nobel konuşmasında herkesin kendi tarihini anlattığını ama çağımızın hurafeleriyle, ihtirasları ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla kirlenmiş olan insan ruhuna” ulaşmanın zor olduğunu söylüyor, "anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor," diyordu.

Zamanla mücadele işte... Ve adettendir diye: İyi seneler.

(Aleksiyevic'in konuşmasının tam metni, Nigar Hacızade'nin çevirisiyle, 5Harfliler'de yer alıyor.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder