
5 Haziran 2008 Perşembe
Woody Allen yeniden Türkiye'de

"Ölümsüzlüğe, eserlerimle değil, ölmeyerek kavuşma dileğindeyim." –Woody Allen
Woody Allen, kuşkusuz içinde yaşadığımız zamanların en çok iz bırakan şahsiyetlerinden biri. Ülkemizde daha çok nörotik, müzmin New York’lu, kadın düşkünü ve kadınlardan mustarip, sayıklarcasına yaşayan erkek ana karakterin merkezde yer aldığı filmleriyle tanınan ve sevilen Allen’ın artık birer klasik haline gelmiş kitaplarını, 2007’de uzun bir aradan sonra yazdığı Sırf Anarşi’yi de içerecek şekilde yayınlamaya başlıyoruz. YAN ETKİLER, Aykırı Metinler serisinin, bizleri de oldukça heyecanlandıran ilk kitabı.
YAN ETKİLER, deneme, öykü ve herhangi bir kategoriye girmeyi reddeden diğer kısa metinlerden oluşuyor. O Henry ödüllü Kugelmass Olayı isimli öyküyü de barındıran kitap keyifli ve absürt Woody Allen metinlerini bir araya topluyor. Sıla Okur’un özenli çevirisiyle, YAN ETKİLER; Allen yine çok ses getiren son filmi Vicki Christina Barcelona’yı 2008 Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkarmışken Türkiye’de okurla buluşacak.
Köşe yazarı Serdar Turgut, birkaç yıl önce YAN ETKİLER’in orijinalini okuduğunu belirtmiş ve şöyle bir yorum yapmış: “Evet yıllardır çözemediğim mesele dün halloldu. Çok uzun zamandır ne zaman Heimlich manevrasını düşünsem aklıma Woody Allen geliyordu, ne zaman Woody Allen'ı düşünsem bu sefer de korkunç bir şekilde Heimlich manevrasını aklımdan itemiyordum. Ben bu takıntımın onun filmlerinden bir tanesinden kaynaklanmış olabileceğini tahmin ediyordum ama değilmiş. Allen'ın "Side Effects" (YAN ETKİLER) adlı kitabında yer alan "A Giant Step for Mankind" (İnsanlık İçin Bir Büyük Adım) adlı hikayede, Dr. Heimlich'den önce manevrasını keşfetmeye çalışan yanılmıyorsam bir tanesi kadın olan üç bilim adamının çalışmaları sırasında tuttukları günlük anlatılıyormuş. Uzun yıllar önce okumuştum bu hikayeyi, tamamen kafamdan çıkmış. Bu Woody Allen var ya, o kesin kafadan kontak, size yemin ediyorum.”
Woody Allen’ın son kitabı Sırf Anarşi’yi sonbaharda yayınlamayı planlıyoruz.
3 Mayıs 2008 Cumartesi
VE İŞİMİZ BİTTİ

Çalışmayı seviyor musunuz gerçekten? Hafta sonlarını iple çekmiyor musunuz?
Yoksa günün birinde her şeyi geride bırakıp bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri kurmadınız mı hiç?
Acaba durmaksızın koşuşturduğunuz çalışma hayatı sizi sinir krizinin eşiğine mi getirdi? Güvenlik kameraları ve seri numaraları her hareketinizi gerçekten izliyor olabilir mi?
Kriz çıktığında ilk gönderileceklerden olmak korkutur mu peki sizi?
Bu şartlarda çalışmak modern bir intihar yöntemi mi?
Ya da girişimci kapitalist sistem eninde sonunda sizlere girişiyor olabilir mi?
Ağaçların Tepesinde Yükseklerde

Burada olmaktan ve yeni koltuktan nefret ediyorum, bu yüzden bütün yastıkları yere atıyorum, sonra da ayağa kalkıyor ve koltuğu sertçe tekmeliyorum. Tekme parmaklarımı acıtıyor. Acımalarını durdurmak için yere oturup parmaklarımı sıkmak zorundayım ama o kadar acıyorlar ki, gözlerim yanıyor.
Ağlamak istemiyorum.
Bu çok çirkin bir koltuk! diye bağırıyorum Cass’e. Kahverengi koltuktan kalkıyor.
Bu benim hatam değil, Sebby, diyor. Beni kaldırmaya çalışıyor, öne doğru eğiliyor, beni hareket ettiremesin diye kendimi ağırlaştırıyorum. Artık ağlıyorum. Cass beni bırakıyor. Yerde yanıma oturuyor. Sakin ol, diyor Cass, lütfen. Annemin kitabı nerede? diye soruyorum. Ne? diye soruyor Cass. Annemin Gece Korusu isimli kitabı, diyorum. Çekmecede değil. Sesim nezleymişim gibi çıkıyor, çünkü ağlıyorum.
Ah, diyor Cass, ben onu sadece ödünç aldım, Sebby, söz veriyorum yerine koyacağım. Ama nerede? diye soruyorum ona yine. Cass elini omzuma koyuyor. Onun elini itiyorum. Yukarıda odamda, diyor Cass. Hayır, diyorum. Ağlıyorum, konuşmak çok zor. Senin her şeye dokunmaman gerekiyor, diyorum. Gözlüklerimi çıkarıyor ve ona atıyorum. Seni anlamıyorum, diyor Cass. Sebby, lütfen.
Yere yatıyor ve ağlıyorum. Burada olmak istemiyorum, her şeyin doğru yerde olması için etrafa bakmak istemiyorum artık. Hiçbir şey doğru değil. Zaman hiçbir şeye, hiç kimseye acımıyor. Annemin resmini kaybettim, artık gitti o.
(Kiara Brinkman; çeviren: İrem Mirzai)
1 Nisan 2008 Salı
Al Gore ve Tükenen Dünya

Amerika eski başkan yardımcısı, halen Google ve Apple’da yöneticilik yapmakta olan Al Gore, 2007 yılında çevreye yönelik yirmi yılı aşkın çalışmalarından ötürü Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Nobel Barış Ödülü’nün küresel iklim değişikliğine yönelik araştırmaları adına Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ve Al Gore’a verilmesi bir dönüm noktasına işaret ediyor. Önceleri pek dikkate alınmayan ancak varlığı yadsınamayacak küresel çevre krizi ve iklim değişikliği sorununun böylesi bir gündem yaratması hem karşı karşıya olduğumuz tehlikenin ciddiyetini belirtmek hem de buna yönelik toplumsal sorumluluk ve bilinci geliştirmek açısından umut verici. Al Gore'un kitabı Tükenen Dünya, bizlerin karşı karşıya olduğu çevresel krizi anlamak ve önlemek için önem arz ettiği gibi, küresel iklim değişikliğine dair günümüzde her bireyin farkındalıkla yükümlü olduğu veri ve çözüm önerileri içeriyor. Bu kitabı basarken amacımız, varlığı yadsınamaz küresel bir krize yönelik olarak Türkiye’de yerel ve toplumsal bir bilinç oluşmasını sağlamaktır. Bu krizi dillendiren figürün tüm dünyaca tanınan ve kendini bu sorunun çözümlenmesine adamış bir siyasetçi olması, ayrıca bu çabalarından ötürü Nobel gibi bir ödüle layık bulunarak takdir görmüş olması, krizin öneminin anlaşılması ve gerekli adımların atılması konusunda çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.Hali hazırda çeşitli yerel sorunlarla mücadele edilen Türkiye’de, toplumun küresel bazda etkili iklim değişikliği ve çevre krizine yönelik bilinçlendirilmesinin elzem ve acil olduğu düşüncesindeyiz. Küresel çevre krizi ve iklim değişikliği Türkiye’de yerel anlamda duyurulmayı gerektiriyor. Bu kitapla amacımız Türk toplumunu küresel önem arz eden bu duruma dair çalışmalardan haberdar etmek ve çözüm sürecine ortak olabileceği bir bilinç ve sorumluluk ortamı yaratabilmek.
Tükenen Dünya, karmaşık ve çok kollu gelişen bu küresel çevresel krizi, basit ve anlaşılır bir dille, dünyamızın geçmişini ve medeniyetin gelişimini de göz önünde bulundurarak anlatıyor ve doğabilecek korkunç sonuçları önlemede önemli bir misyon üstleniyor.
Aşk Cumhuriyeti ve Suyun Dibine Mahkum Denizkızı
Aşk Cumhuriyeti, Pulitzer ödüllü yazar Carol Shields’in aile, ilişkiler, bağlılık ve modern dünyada aşkı sorgulayışını konu alan bir roman. Shields, Amerikan edebiyatının önde gelen isimlerinden biri; 2003 yılında göğüs kanserine yenik düştüğünde ardında Aşk Cumhuriyeti de dahil olmak üzere yoğun ilgi görmüş pek çok kitap bırakmış.
Aşk Cumhuriyeti’nin ana karakterlerinden Fay, otuzlu yaşlarının ortasında, iki kişilik bir mutluluğun olanaksızlığına ikna olduğu noktada tıpkı kendisi gibi gönül meselelerinde başarısız olmuş, yapayalnız bir erkek olan Tom’la tanışır ve bu tanışma karakterleri romanın temelini oluşturacak, aşkı ve tüm olasılıklarını sorgulatacak bir maceranın kalbine gönderir.
Bireyselliğin ön planda olduğu çağımızda aşk iki kişilik bir evren kurabilmek için yeterli mi peki?
Romanın ana karakterlerinden Fay denizkızlarını araştıran bir halkbilimci. Aşkı sorgulayan bir romanda kadın karakterin perspektifinden olumlu bir denizkızı referansıyla karşılaşmak şaşırtıcı neredeyse... Denizkızlarının şaibeli bir konumu var mitolojiye bakıldığında; yarı kadın yarı balık morfolojisine sahip bu canlılar pek çok denizcinin mahvına sebebiyet vermekle suçlanıyor. Andersen’in Hollywood animasyonlarına da konu olan ünlü masalı Küçük Denizkızı örneğin; sular altında yaşayan bir denizkızının ölümlü bir erkeğe duyduğu mahvedici ve imkânsız aşkı konu alır. Bir çift bacak edinebilmek için şarkısından vazgeçen denizkızı masalın sonunda hüsrana uğrayacak, âşık olduğu prensle hiçbir zaman mutlu bir beraberlik yaşayamayacaktır.
Suyun altında yaşamaya mahkûm bir kadın imgesi epey olumsuz, ancak kadınsı özellikleri ne denli ağır basarsa bassın denizkızlarını dişi olarak nitelemek de oldukça sorunlu. Kendini tam olarak var edememiş bir dişiliğin hayvansı ve tuhaf bir morfolojiyle bütünleştiği nokta, tüm anlatıların temelinde yatan ve bu yaratıklara atfedilen tehlike algısını da doğruluyor. Üst vücudu neredeyse pornografik denebilecek bir gözle imgelenmiş bu yaratıklara atfedilmiş yarım dişilik halini sarmalayan tehlike çemberi epey düşündürücü.
Marjinal –suyun altında- ve yarım bir kadın bu denli korkutucuysa eğer… Ötesi tartışmaya açık.
Felç edilmiş bir kadın imgesi olarak algılandığında, denizkızlarına atfedilen tehlike halesi de oldukça ilginç…
Aşk Cumhuriyeti’ne dönersek… Fay ve Tom’un, yani romanın aşk arayışında olan ana karakterlerinin sorguladığı, savaştığı, itiştiği yegâne kavram; yalnızlık...
Yalnızlığın gölgesi koyu elbette… Küçük denizkızının seçimi ise iç burkucu…
Fay ve Tom’un yalnızlık karşısında seçimleri ise, belki de denizkızının seçiminden çok daha sarsıcı.
İçinde yaşadığımız çağda aşk ne anlama geliyor? Yalnızlık karşısında duyulan dehşetin bir tezahürü mü yoksa bellediğimiz, inandığımız, tükettiğimiz bir esrime halinin uzantısı mı?
8 Şubat 2008 Cuma
aşkın tüm halleri

Mektup yazmak, iletişimin elektronik mecralara taşındığı günümüzde neredeyse unutulmuş bir uğraş.
Aşk mektubu yazmak, yani kişinin arzu nesnesine duygularını kağıt üzerinde silinmez bir kayıt olarak açık etme durumu ise sms, elektronik posta ve telefon aracılığıyla iletişimin son derece anlık ve gelgeç yaşandığı çağımızda sıradışı bir gayret ve özene işaret ediyor sanki.
Üç Harfli Kelime: Aşk, unutulmuş bir geleneği canlandırmaktan öte, çağdaş yazarların kaleminden günümüzde aşkı yansıtan mektuplar içeriyor. Pazarlanmasına alışkın olduğumuz gürül gürül romantik bir aşk fikrinden ziyade, daha gerçek, daha bireysel ve daha kapsamlı bir aşk bahis konusu olan. Kitap Mars’ın Dünya’ya yazdığı hiddet ve tutku dolu -Jonathan Lethem imzalı- mektupla açılıyor ve Francine Prose’un Kafka’ya sevgilisinin ağzından yazdığı metinden, Hari Kunzru’nun yürek burkan, yasaklar altındaki aşk mektubuna, Neil Gaiman’ın kurmaca pandomim sanatçısının takıntı haline getirdiği genç kadına yazdığı mektuba, Leonard Cohen’in kısa ve dokunaklı, kıskançlık ve tereddüt yüklü notuna değin uzanan katmanlı bir deste sunuyor okura. Üç harfli bir kelime sadece… Ama tanımları sonsuz, alt metinleri yüklü ve çağrışımları girift. Yazılanın ötesinde, yazılamamış, ifade edilememiş, belki de göz ardı edilip zamanın çarkında öğütülmüş tüm kelimelere karşı yükselen bir ağıt…
Karında kelebekler, kırmızı güller, kalp şekli çikolatalar değil de daha gerçek, daha can yakıcı, kimi zaman komik ve ironik, kimi zaman mesafeli, kimi zaman da aldırmazlık kalkanı altında; aşkı basite indirgeyen, kurallar çerçevesinde yaşanmasını şart koşan zihniyete karşı bir duruş içeriyor Üç Harfli Kelime: Aşk.
Üç Harfli Kelime: AŞK
+ucharflikelime_ask-on.jpg)
‘‘Sevgilim,
Bu mektuba, bir karşılaşmanın önsözüne, resmi bir biçimde, bir açıklamayla, eski usulle başlayalım: Seni seviyorum… Bir daha söylüyorum: Seni seviyorum… Seni ilk gördüğümde dansçı olduğunu sandım, hâlâ da bir dansçı vücuduna sahip olduğunu düşünüyorum. Daha hiç konuşmadan, gülümseyişinden yabancı olduğunu anladım. Benim ülkemde kesik kesik gülümseriz; güneşin bulutların arasından yüzünü çıkarıp tarlaları aydınlattıktan sonra hemen geri çekilmesi gibi. Burada gülümseme değerli ve nadir bir şeydir. Ancak sen hep gülümsüyordun; gördüğün her şey seni mutlu ediyormuş gibi. Beni ilk gördüğünde gülümsedin, daha güzel güldü gözlerin. Sen güldün ve ben kayboldum; bir ormana düşmüş, evinin yolunu bir daha hiç bulamayacak bir çocuk gibi...’’ - Neil Gaiman
‘‘Derler ki, insan âşık olduğunda, gündelik dünyanın yanında ilerleyen yeni bir paralel evrene girermiş. Başka hiç kimsenin giremeyeceği küçük bir evrenmiş bu; iki kişilik bir ülke, özel, fanus gibi korunaklı, hiç bitmeyen bir esprinin içinde yaşarmışçasına mutlu. Ama bence bu doğru değil. Bence gerçek evren, aşk bitince patlayarak saçılan tehlike; insanın dünyası yıkılıp tutunacak bir dalı kalmadığında ortaya çıkan gerçeklik. Ben şimdi bu gerçekliğin içindeyim. ’’ - Douglas Coupland
‘‘Bu kadar çabuk yazmanın en kötü tarafı, yazacak hiçbir şey olmaması - bir yandan da çok şey olması! Tek bir gecenin ardından bütün coğrafyamı altüst ettin. Metroda eve dönerken bile hissettim bunu; yolcular büyüleyici görünüyor, içimi sızlatan dokunaklı öyküler anlatacak gibi duruyorlardı. Bana baktılar hep, biliyor musun? Üstüm başım biraz dağınıktı tabii (senin suçun!) ama bunun dikkat çektiğini düşünmüyorum. Başka bir halim vardı. Tatminle, insanı isyan ettiren bir kendinden memnuniyetle dolup taşıyordum. Kendimle karşılaştırdığımda sefil haldeydi diğer yolcular. Renkler bile değişmişti. ’’ – Lionel Shriver
‘‘Sensiz üşüyorum Jean. Sende benim dengemi bozan ne varsa, onu istiyorum şimdi.’’ – Peter Behrens