2009'dan beri süren ve Kafka'nın elyazmaları etrafında şekillenen dava ya da yılan hikayesi, İsrail'in elyazmalarını kültürel miras ilan etmesine yol açan kararla son buldu: Kafka, artık İsrail'in. Daha önce parça parça paylaşmışım ama bu vesileyle bu tuhaf hikayeye dair yazdığım ve IAN Edebiyat'ta yayımlanan yazımı paylaşmak isterim, biraz uzun gerçi ama olsun. Yazıyı 2012'de, karar ilk çıktığında yazmışım ama ardından gelen temyiz süreci henüz son buldu ve Kafka, İsrail'in kültürel mirası olarak resmen tanımlandı. Haaretz olayı yeniden, daha detaylı bir biçimde özetlemiş ve kültürel miras etiketinin, yazarın vasiyetine karşı gelme durumunu ortadan kaldırdığını ima etmiş. Bu konu daha çok tartışılır ve kafa karıştırır, malum, Kafka'nın işleri...
“‘Her gün, bu
dünyada olmasam diye bir istek duyuyorum içimde,’ dedi Kafka – ‘Ama neden?
Eksikliğini duyduğun bir şey mi var?’ – ‘Kendimden başka hiçbir eksiğim yok.’” [1]
Boşlukta ne görür
insan? Sorunun yanıtı yok ama yirminci yüzyılın en önemli sanat
hırsızlıklarından biri olan Mona Lisa’nın Louvre’dan çalınması hadisesinin
müzeye ziyaretçi akınına yol açtığı biliniyor. 1911 yılında gerçekleşen
hırsızlığın ardından meraklı kalabalıklar, önceden gizemli gülümsemesiyle
duvarda asılı duran Mona Lisa’dan arta kalan boşluğu görmeye koşmuş ve portrenin
yokluğu, kanıksanmış varlığından daha büyük bir heyecan uyandırmış. Bu tuhaf
hadisenin daha da tuhaf tarafı, portrenin ‘yokluğuna’ bakmaya gelenlerin
arasında Franz Kafka ve Max Brod’un da olması.
Meraklı
kalabalığın içinde Kafka ile Brod’un durduğunu hayal etmek, Kafka’yı böylesine somut
bir yokluğun önünde hülyalara dalarken düşünmek çok cazip. O Kafka ki,
sonraları, ölüm döşeğindeyken kendinden geriye bir boşluktan fazlasının
kalmasını istemeyecek; fakat -Louvre’daki boşluğu paylaştığı- arkadaşı Max
Brod, talimatlarını yerine getirmeyerek Kafka’nın ait olduğu yere yönelik
yepyeni bir tartışmanın kopmasına sebebiyet verecektir. Mona Lisa’nın boşluğuyla
da kesişerek Tel Aviv’e, kedilerle dolu bir apartman dairesinde gizlenen bavula
uzanan bir aidiyet öyküsü bu; ancak başından başlamak gerek.
Vatan
Sıradan bir gün
sayılırdı, ama bir şeyler eksikti. 1911 yılında, 21 Ağustos Pazartesi günü Louvre
Müzesi açıldığında Mona Lisa’nın yerinde olmadığı fark edildi. Portrenin ilkin müze
fotoğrafçısı tarafından indirildiği varsayılsa da, galerilerde bulunmadığı
anlaşıldığında kızılca kıyamet koptu: Leonardo’nun başyapıtı çalınmıştı. Tarihe
geçen bu hırsızlık vakası dolayısıyla Mona Lisa iki yıl boyunca meçhule
karışacak, gazetelerin türlü komplo teorileri üretmelerine ve polisin
aralarında Pablo Picasso’nun da bulunduğu kimi sanatçıları sorgulamasına,
Guillame Apollinaire’i ise beş günlüğüne tutuklayıp ardından salıvermesine yol açacaktı.
1909 yılında yayımlanan Fütürizm Manifestosu, müzelerin mezarlıklardan farksız
olduğunu söyleyerek yok edilmesi gerektiğini savunuyordu; manifestoyu
benimseyenler doğrudan zan altındaydı. (“Eski bir tabloda ne bulunabilir ki –
rüyasını bütünüyle ifade etme arzusunun önündeki aşılmaz engelleri yıkmaya
çabalayan sanatçının gösterdiği zahmetli uğraştan başka?” (Marinetti, 1909.)[2])
Tablonun nerede olduğu bilinmezken rivayetler katlanarak artıyordu. Boşluk,
tablonun ‘yokluğuna’ bakmaya gelen binlerce ziyaretçiyi müzeye çekiyordu.[3]
Mona Lisa’nın
Louvre’daki yokluğu, iki yılı aşkın bir zaman dilimine yayıldı. 1912 yılının
aralık ayında, Louvre’daki boşluğa nihayet Raphael imzalı bir başka resim
asıldı. Umutlar tam kesilmişti ki Vincenzo Peruggia isimli bir adam, portreyi
Floransa’da bir antika simsarına satmaya çalışırken yakalandı. İtalyan
sanatçının eserinin ait olduğu yerde, vatanında bulunmasını istemiş olduğunu
söyledi Peruggia. Suç işlediğini düşünmüyordu. Leonardo’nun başyapıtının her
nasılsa Napolyon tarafından çalındığına inanıyor, ceza çekmektense
ödüllendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Çıktığı mahkeme, işlediği suçun
kökeninde yurtsever duyguların yattığı ve kimsenin zarar görmediği hükmüne vardı.
Peruggia üç yüz seksen günlük hapis cezasına çarptırıldı. Mona Lisa, 1913
yılında Louvre’a iade edilmeden önce kutlamalar eşliğinde sergilendi İtalya’da.
Leonardo’nun eseri, Napolyon’un doğumundan yüz yıllar önce tabloyu Fransa Kralı
1. François’ya satılmıştı ama İtalyan milliyetçiliği, tarihi gerçekler neye
işaret ederse etsin, Napolyon’a –tabiri caiz ise- geç kalmış bir gol atmış
sayılıyordu. Yüz yıldan fazla zaman geçmiş olsa da, eserin yerinin neresi
olduğu tartışmaları halen sürüyor: İtalya’da ‘Mona Lisa’yı Geri Verin!’ temalı
imza kampanyaları düzenleniyor; ancak Fransız yetkililer talepleri dikkate
almamakta ısrarlı.[4]
Mona Lisa’nın
boşluğu, Franz Kafka ve Max Brod’u da müzeye çekmişti. Ya da şöyle demek daha
doğru belki de: Kafka ve Brod, olaydan kısa süre sonra Paris’e gitmiş, bu
seyahatte Louvre’da bulunup portrenin yokluğuna şahit olmuşlardı.[5]
Günlüklerine baktığımızda Kafka’nın Louvre’daki kalabalıktan bahsettiğini
görüyoruz, fakat anlatım muğlak; Paris’e ve haliyle Louvre’a gidilmiş olsa da salt
Mona Lisa’nın yokluğu uğruna gidildiğini kanıtlamak güç. Kafka’nın Mona Lisa’nın
ardında bıraktığı boşluğun önünde dururken imgesi o denli güçlü ki, bu anekdot
da, Kafka hakkındaki pek çok anekdot gibi, yazara dair mitolojinin bir parçası
şimdi. Orada mıydı Kafka? Oradaydı. Boşluğun önünde durdu mu? Durdu. Bilhassa
boşluk için gidip gitmediğini kendi notlarına bakarak doğrulayamasak da önemi
yok, zira Kafka, türlü boşluğa sığacak denli engin... Öylesine engin ki, yazarın
üzerinden bir başka kültür muharebesine uzanmak olası. Kafka’nın ardındaki
boşluk, hakkındaki mitolojiye cuk otururcasına derin ve düşündürücü. Ama bu
hikâye için tarihte farklı bir sayfa açmak ve Kafka’nın vasiyetinden başlamak
gerek.
Vasiyet
“Sevgili Max, son
arzum: Geride bıraktığım her şey... Günlükler, elyazmaları, mektuplar (bana
gelen ve benim yazdığım mektuplar) çizimler ve benzer şeyler, okunmadan
yakılmalı.” Kafka dostu Max Brod’a bu ricada bulunduğunda, verem vücudunu çoktan
ele geçirmiş, onu elli kilonun altına düşürmüştü. 1924 yılında, bir
sanatoryumda öldü. Ölümü ardından iki ay
geçtikten sonra Max Brod, diğer Kafka eserleriyle birlikte yakmak üzere
sahiplendiği Dava, Şato ve Amerika’nın yayımlanması için birtakım sözleşmeler imzalamıştı bile.[6]
Kafka’nın vasiyetinden bahsettiği Dava’nın
önsözüne, şu notu düşmüştü: “Eğer Franz bu arzusunun gerçekleşmesini isteseydi,
beni değil bir başkasını görevlendirirdi.”
Kafka’nın
gerçekte ne istediği ve isteklerini gerçekleştirme hususunda hangi dolambaçlı
yolları takip ettiği, Louvre’a bilhassa boşluğa bakmak için gidip gitmediği meselesi
kadar karanlık. Bilinen gerçeklerden biri şu: Kafka, sevgilisi Dora Diamant’tan
da onda bulunan ve sayısı yirmiyi bulan defterleri, yazışmaları ile birlikte yakıp
yok etmesini istemiş, ancak Diamant, bu isteği yerine getirmemişti. Söz konusu
defterlerin, 1933 yılında Diamant’ın Berlin’deki dairesini arayan Gestapo’nun
eline geçtiği biliniyor bugün.[7]
Kafka’nın yazdıklarının yakılmasına dair arzusunun, ölümünden yıllar sonrasında,
üç kız kardeşini ve pek çok dostunu gaz odalarında katledecek Nazilerce gerçekleştirilmiş
olma ihtimali, sıkça -ve anlamsızca- nitelendiği üzere Kafkaesk[8]
falan değil, son derece dokunaklı.
Hüküm
“(...) Zaten
gülme denen şeye hep yakın hissederiz kendimizi; sürdürdüğümüz yaşamın onca
rezilliğine karşın, hafif bir gülüşü dudaklarımızdan hiç eksik etmeyiz.”[9]
Kafka’nın
ölümünden on beş yıl sonra, Nazi işgalinden kaçan Max Brod, 1939’da Tel Aviv’e
gelir. Yanında Kafka’nın elyazmalarıyla dolu olan bir bavul vardır: mektuplar,
öykü taslakları, İbranice alıştırmaları, romanların orijinalleri, çizimler ve
kimbilir daha neler neler... Brod’un 1968 yılındaki ölümü sonrasında bavul, sekreteri
Esther Hoffe’nin olur. Brod Kafka’ya ait belgelerin İsrail’de veya yurtdışında,
kamuya açık herhangi bir arşivde sergilenmesini istediğini belirtmiş, ancak net
bir yol çizmemiştir. Tıpkı Brod’un Kafka’ya yaptığı gibi, Esther Hoffe de Brod’un
arzusuna riayet etmez. Esther Hoffe’nin 2008 yılında, 101 yaşında hayata veda
etmesinden sonra ise, bavul Hoffe’nin kızları Ruth ve Eva’ya kalır. “Kızlar,”
seksenli yaşlarda olup Tel Aviv’de, kedilerle dolu bir dairede yaşamaktadır. Ellerindeki
hazinenin değerinin farkındadır Ruth ve Eva. Başlarına gelecekleri kestiremeseler
de, bu değerli belgeleri İsviçre bankalarının kasalarında gizlemeyi akıl ederler.
Ne var ki Eva Hoffe, daha sonra, İsrail’i temsil eden avukatlar kasaları
incelemek üzere bankaya gittiklerinde peşleri sıra koşup, “O benim! O benim!”
diye çığlık atmasıyla tarihe geçecektir.[10]
Olaylar gelişir.
Bavulun Hoffe’lerde olduğu süreçte, kimi mektuplar çeşitli açık artırmalar
vasıtasıyla satışa çıkar. İsrail hükümetinin, Brod’un vasiyetnamesinin geçersiz
olduğu savıyla Esther Hoffe’ye açtığı ilk dava, 1974 yılında Esther Hoffe’nin
lehine sonuçlanır. Hoffe, birkaç ay sonra, Ben Gurion Havaalanı’nda elyazmalarını
yurtdışına kaçırdığı iddiasıyla yakalanır, ancak çantasından elyazmalarının
bazılarının fotokopilerinden başka bir şey çıkmaz. Dava’nın orijinal elyazmasının 1988 yılında Sotheby’s vesilesiyle,
2 milyon dolar gibi bir meblağ karşılığında Marbach Alman Edebiyatı Arşivi’ne
satılması ise, İsrail’de müthiş bir öfke uyandırır.[11]
İsrail, Marbach Alman Edebiyatı Arşivi’nin Dava
elyazmasını iade etmesini istese de, talep reddedilir. Dava sürer. Marbach,
Hoffe’lerle anlaşmış ya da anlaşmak üzeredir; ancak bavulda kalanların kime ve
nereye ait olduğu tartışması henüz karara bağlanmamıştır. Elyazmaları kime
aittir nihayetinde? Kafka’yı sahiplenen Hoffe’ler, onu sahiplenen İsrail’le
savaşmakta, İsrail ise Hoffe’ler üzerinden Almanya’nın Kafka’yı sahiplenmesine ateş
püskürmektedir. Hoffe’ler belgeleri Almanya’ya satarak İsrail’e ihanet etmiş
midir? Ya Kafka’ya ihanetten bahsetsek... nereden başlamak gerekir? Kafka, Brod,
Hoffe’ler, Dora Diamant ve Gestapo bir yana, İsrail’in savı Kafka’nın eserlerinin
şahıslar üzerinde ve Yahudi kültürel mirasının bir parçası olduğu yönündedir.
Ekim 2012’de çıkan
mahkeme kararıyla, elyazmalarının, dolayısıyla Kafka’nın mirasının resmi ‘sahibi’
İsrail oldu. Kafka’nın bu son ‘davası’ sonucunda İsviçre’deki kasalar boşaltıldı,
ancak belgeler henüz halka açık değil. Kamuya açık dijital bir arşiv
oluşturulması planlanıyor ve yayımlanacak metinlerden Hoffe’lere telif
verilmesi karara bağlandı.
Kafka kime,
nereye ait? Boşluk, tam karşımızda şimdi.
Yazarın anısı eşliğindeki
biz fanilerin elinden, bu boşluğun dibine bakıp aidiyeti düşünmekten fazlası
gelmiyor ne yazık ki.
Şimdi Mona Lisa,
Louvre’daki yerinde hüzünle gülümsüyor olmalı.
(Görselde Mona Lisa'nın bıraktığı boşluk, Salon Carre, Louvre.)
(Görselde Mona Lisa'nın bıraktığı boşluk, Salon Carre, Louvre.)
[2] (Der.) Ali Artun,
Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş. Çeviri: Kaya Özsezgin;
İletişim Yayınları, 2010.
[3] Simon Kuper, “Who Stole the Mona Lisa?” The Financial Times, 5 Ağustos 2011.
[4] Michael Day, “We want our masterpiece back – Italians petition
France to return Mona Lisa to Florence.” The
Independent, 8 Eylül 2012.
[5] Rick Gekoski, Lost,
Stolen or Shredded: Stories of Missing Works of Art and Literature (Profile,
2013) adlı kitabında Mona Lisa’nın çalınması olayına eğilirken Kafka ve Brod’un
Mona Lisa’nın boşluğu önündeki imgesiyle başlıyor söze ve yazarın bilhassa
boşluğu görmek üzere müzeye gittiğini belirtiyor. Ancak Gekoski, daha önceden
kaleme aldığı ve yazmakta olduğu kitapta başvurduğu verilerin doğrulanması ile
ilgili sorunlara değindiği makalede (Guardian,
9 Eylül 2011) Brod ve Kafka’nın şehre İtalya seyahatlerinden dönüş yolunda
uğradıklarına, dolayısıyla kendi çelişkisine işaret etmiş.
[9] Franz Kafka, “Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu,” Hikâyeler. Çeviri: Kâmuran Şipal; Cem
Yayınevi, 2000.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder