30 Ağustos 2010 Pazartesi

Karanlıkta yazmak

Geçen hafta duyduğumuz bir haber: Jonathan Safran Foer'in Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ını beyazperdeye aktarmak için start verilmiş, hazırlıklar çoktan başlamış. Oscar garantili bir ekip tarafından hazırlanan film için anılan isimler Tom Hanks ve Sandra Bullock'u da içeriyor. Önyargılı olmamak gerek ama bu isimler karşısında heyecanlandım diyemem; yapım ekibi kitabın çoklu anlatısını koruyacaklarını da açıklamışlar ki bu, iyi bir haber. Yazarın diğer kitabı Her Şey Aydınlandı'nın film uyarlamasında hikayenin bir yarısı hiç kayda alınmamıştı, izleyenler hatırlayacaktır. Her neyse, söz konusu film 2012 yılında ortalığı kasıp kavurmaya niyetli gibi duruyor şimdilik. Yazarın kitabı ilk yayımlandığında Amerika'da protesto sesleri yükseldiğini, Amerikalıların henüz 11 Eylül ile yüzleşmeye hazır olmadıklarını ve romanın fazla 'erken' yazıldığının söylendiğini de hatırlıyorum. Yeterince zaman geçtiğine kanaat getirildi demek ki...

27 Ağustos 2010 Cuma

Kaçış biçimleri


Geçtiğimiz yaz bütün malvarlığından kurtulup cüzdanındaki tüm parayı yakarak doğada göçebe yaşamaya başlayan ve hayatını talihsiz biçimde yitiren Chris McCandless'ın gerçek öyküsünü anlatan Jon Krakauer kitabı Yabana Doğru'yu yayımlamıştık; kitabı okumamış olanlar Into The Wild isimli beyazperde uyarlamasını belki hatırlarlar.

McCandless'ın kimi yönleri halen karanlıkta olan yaşam öyküsü bazı açılardan ele alındığında belli bir düzene sıkışmış halde yaşayan metropol insanı için ilham verici nitelikte, ancak vahşi doğada pusula, harita, hatta hayatta kalmaya dair yeterli bilgi sahibi olmadan inzivaya çekilmek McCandless'ın üzücü öyküsünün de işaret ettiği gibi oldukça tehlikeli sayılır. Krakauer'in kitapta tutturduğu ton McCandless'ı över ya da yerer nitelikte değil; bu açıdan hikayeyi romatikleştiren film uyarlamasının bir nebze daha 'taraflı' olduğunu söylemek mümkün.

Geçen hafta New Yorker'da yer alan üzücü bir haber üzerinden kitabı ve McCandless'ı yeniden düşündüm; haberde 29 yaşında İsviçreli bir kadının McCandless'ın içinde yaşadığı terk edilmiş otobüse ulaşmak için Teklanika Nehri'ni aştığı sırada sulara kapılıp boğulduğu, birkaç ay önce yine aynı amaçla yola düşen dört liseli gencin ise kaybolduğu ve uzun aramalar sonucu kurtarıldığı yer alıyor. Krakauer kitapta McCandless'ın yaz aylarında eriyen buzullar yüzünden iyice kabaran Teklanika Nehri'ni aşmaya çabaladığından ancak bunu başaramayınca kamp yaptığı noktada çeşitli nedenlerden dolayı güçsüz düşerek öldüğünden, sonbaharı bekleyebilse sakinleşecek olan nehri kolayca aşabileceğinden bahsediyor. İsviçreli kadının ölümü henüz gizemini koruyor; ilginç olan McCandless gibi bir figürün yarattığı çekim gücünün kendisi aslında, ne de olsa topluma ve kurulu düzene meydan okumuş olsa da bunun bedelini hayatıyla ödemiş biri McCandless. Yaşadığı otobüsün ziyaretçi akınına uğraması ilginç, bu noktayı görmek istemenin Pere Lachaise'de Jim Morrison'ın mezarını ziyaret etmekten farklı bir yanı olsa gerek. Belki de, sadece, başka türlü hayatların mümkün olduğunu anımsatıyor diye çekici geliyordur McCandless'ın otobüsü insanlara, ya da belki de doğanın kalbinde, "yaban" denilen bir yerlerde bile yaşamın fabrika çıkışlı bir otobüste sürdürülmesindeki tuhaf ironi. İroni her yeri kuşatmış durumda aslında, belki de çağın vazgeçilmez unsuru bu ama bizler henüz uyanmış değiliz. Kim bilir?

 

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayal ürünü

"BİR ANEKDOT: Yazar bunun… bu… biyografinin yarısına geldiğinde kovboy tarzı dekore edilmiş bir restoranda şöyle sağlam bir tabak pirzola ile yanında patates kızartması yerken yanına bir tanıdığı yaklaştı. Yazarın karşısına oturup neler yapıyorsun, nasıl gidiyor, şu anda ne üstünde çalışıyorsun falan diye sordu tanıdık. Yazar da; ah, ne olsun işte, bir kitap üstünde çalışıyorum gibilerden kem küm etti. Üzerinde mor kadifeden spor bir ceket olan bu tanıdık (ceketin rengi ışıklar yüzünden öyle görünüyor da olabilirdi) ‘Ah, ne güzel,’ dedi, ‘Nasıl bir kitap?’ (Şimdilik bu tanıdığa, e, “Oswald” diyelim.) Oswald, ‘Konusu ne?’ diye sordu. Şey, dedi yazar, e, şey, dedi tüm güzel konuşma yeteneğini kullanarak; anlatması biraz zor, galiba biyografi tarzı bir şey diyebilirim. Oswald yazarın sözünü keserek yüksek sesle, ‘Yo, olamaz!’ dedi. (Belki bilmek istersiniz; Oswald yetmişlerin o kabarık saç modeline sadık kalmıştı.) ‘Sakın bana bu tuzağa düştüğünü söyleme!’ (Saçları Dungeons & Dragons stili omuzlarına dökülüyordu) ‘Biyografi mi! Hadi ama, sen de bu eski oyuna gelme dostum!’

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yaşayan birinin zihninde ölüm


Yazı devirmek üzere olduğumuz şu günlerde, sonbahar ve kış kitaplarının hazırlıkları tüm hızıyla sürmekte. Burada daha önce Dave Eggers'ın yeni kitabı Ne Nedir'in müjdesini vermiştik. Woody Allen serisinin son halkası olan Eğrisi Doğrusu, Nevzat Erkmen çevirisiyle Jack Kerouac'tan Yolda'nın devamı niteliğindeki Big Sur, Sabri Gürses çevirisiyle David Foster Wallace'ın İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, Avi Pardo'nun müthiş sesiyle Türkçeleştirilen Etgar Keret şahanesi Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ve daha niceleri için raflarınızda şimdiden yer açın. Sonbahar sürprizlerinden biri Dost Körpe çevirisiyle tanışacağınız Shirley Jackson olacak; gotik edebiyatın bu klasikleşmiş ve benzersiz devinin romanları ilk kez Türkçe olarak yayımlanacağından heyecanımız büyük. Dave Eggers'ın, Joshua Ferris'in yanı sıra adını yeni yeni duyurmaya başlayan pek çok parlak yazarın da programımızda olduğunu, hatta bunlardan birinin ilk ve şu an tek romanının -iddia ediyoruz- daha önce okuduğunuz hiçbir şeye hiçbir şekilde benzemediğini söyleyelim. Pek açıklayıcı olmadı, biliyorum ama şimdilik bu kadarını çıtlatabiliyorum, zaman ilerledikçe yeni gelişme ve heyecan verici haberleri burada sizinle paylaşacağım.

Haftalardır burada ilerleyen teknoloji ışığında kitabın geleceği temalı ve yazı işleri etiketli yazılar yazıyorum, bu yazıyı da sonlandırırken bu kez zamanda geri gitmeye ve William Burroughs'un Daniel Older söyleşisinden bir fragmanla kapatmaya karar verdim. Son söz bu olsun diye değil, aksine 1969 yılında verilmiş bu demeç üzerinden roman öldü ölecek, kitapların sonu geldi vs. tartışmalarına ışık tutmak amacıyla.

Soru: Romanlarınız, özellikle The Ticket That Exploded'dan bu yana, roman karakterinden uzaklaşıyorlar. Çıplak Şölen'de de roman formunun dağıldığını gözlemliyoruz. Bu dağılma neyi işaret ediyor veya neye hizmet ediyor?

W. Burroughs: Bunu cevaplamak güç. Roman formunun eskimiş olabileceğini düşünüyorum. Gelecekte bizleri insanların sadece resimli kitap, dergi ya da (uzun romanlardansa) kısa fragmanlar okuduğu günler bekliyor olabilir. Televizyon ve dergilerle rekabet etmek için yazarların sıcağı sıcağına bir anı resmeden parlak haber görsellerinin yarattığı etkiyi sağlayabilecek yazın teknikleri geliştirmeleri gerektiği kanısındayım.


Yukarıdaki görsel Damien Hirst'ün The Physical Impossibility of Death in The Mind of Someone Living (Yaşayan Birinin Zihninde Ölümün Fiziki Olanaksızlığı) isimli çalışmasından; köpekbalığı, takdir edersiniz ki, ölü ve yavaş yavaş çürüyüşüne New York Metropolitan Sanat Müzesi'nde şahit olmak mümkün.


Ne diyorduk, Burroughs'a hak veriyor musunuz?

20 Ağustos 2010 Cuma

Nane otları

Jonathan Safran Foer'in Her Şey Aydınlandı'sında, sonu hüsrana mahkum bir aşk hikayesinin başrol oyuncularından ve kitabın onlarca karakterinden biri olan Çingene Kız, aşık olduğu hercai adama ilişkilerinde kilit sayılabilecek bir anda okkalı bir soru yöneltir: "Nasıl dizersin kitaplarını?"

Burada da zaman zaman değiniyoruz, kitapların dijital formata aktarıldığı, belki de bildiğimiz formatlarıyla son demlerini yaşadıkları bir çağdayız artık; peki insanın kitapla, kütüphaneyle, kitap rafıyla kurduğu fetiş ilişkisine ne olacak, bundan bahseden yok henüz. Blog yazarınız olarak bilinçli hayatımın çoğunu toplu taşıma araçlarında insanların okudukları şeyleri görmeye çalışarak geçirdiğimi, biriyle yeni tanıştığım zaman en sağlam verilerimi kütüphanesine bakarak edindiğimi belirteyim, bu takıntıların dijital ortam sayesinde nasıl dönüşeceğini merakla beklemekteyim. Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane'de kitap dizme meselesine -sorunsal da denebilir- eğiliyor ve romancı Georges Perec'in sıraladığı metotları aktarıyor: alfabetik sıraya göre, kıta ya da ülkeye göre, rengine göre, satın alma tarihine göre, yayımlanma tarihine göre, biçimine göre, tarzına göre, edebi dönemine göre, diline göre, okuma önceliklerimize göre, ciltlerine göre, dizisine göre. Ancak Manguel'e göre Perec, kişinin kütüphanesini düzene sokmasının pek çok yolu olduğunu belirtse de, "hiçbiri kendi içinde tatminkar olmaz," diye eklemiş.(Geceleyin Kütüphane, Alberto Manguel. YKY, çeviren: Dilek Şendil.) Çingene kızı anmadan edemiyorum, aşk da böyle bir şey biraz, sonuçta kendi içinde tatminkar olmamaya mahkum olasılıkların toplamı... Metot arayışları bitmiyor ama bir türlü. Her neyse, serbest çağrışımlara fazla bulaşmadan, haftanın son gününde yaza yakışan birkaç dizeyle hoşça kalın diyelim ve kapanış Lale Müldür'den gelsin: "Şimdi kuzeyden gelen boş bir tekne, gözü alan sarartı, üzünç sevgilim ya da nane otları."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Çağın dokusu

Bu blogda kitaplardan, yazarlardan, yazının kendinden ama en çok da içinde yaşadığımız zamanların hal ve durumundan bahsediyoruz, biliyorsunuz. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler adlı kitabını sonbaharda yayımlayacağımız, 2008 yılında hayatına son vermiş olan dev yazar David Foster Wallace, salon.com'dan Laura Miller'a yazıdan ve içinde yaşadığımız dünyanın dokusundan bahsetmiş, söyleşi 1996 tarihli ama Wallace'ın söyledikleri popüler olanın hakimiyetini sürdürmeye ve "öz"de değerli olanın marjinalliğe mahkum olduğunu ve bu ikisinin zıt kutuplarda yer aldığını savunup işin içinden çıkmanın pek kolay olduğu bir çağda yazan, düşünen ve anlamlı bir varoluş adına çabalayanlara bir başka bakış açısı ve bir parça umut sunuyor.

Hep gerçekçi olduğumu düşündüm ben… İçinde yaşadığım dünya günde 250 tane reklamla karşılıyor beni ve eğlence seçenekleri sınırsız - ki bunların çoğu bana bir şeyler satmaya çabalayan şirketlerce maddi olarak destekleniyor. Dünyanın sinir uçlarıma gönderdiği mesajlar; bileklerine deri bileklikler takmış birilerinin neyin tüketime müsait, neyin değersiz, neyin gelip geçici olduğuna dair verdikleri kararlara tamamen bağlı. Ben kendi yazdıklarımda pop denebilecek öğeler kullanıyorum elbette, ama bu yüz yıl önce parklar, bahçeler, su temin etmek için yürüyüşe çıkmalardan bahseden yazarların yaptığından pek de farklı değil aslında. İçinde yaşadığım dünyanın dokusu tam da bu.
… (Yazarların dünyanın durumundan sıkça yakınmasının sebebi) kısmen çok fazla eğlence seçeneği olan bir çağda yaşıyor oluşumuz, gerçek anlamda eğlence söz konusu, ve sorun, burada kurgu edebiyatın kendine nasıl olup da yer açabileceği... Kurgu edebiyatın diğer sanat eserleri ve eğlence seçeneklerinden farklı olarak nasıl bir sihre sahip olduğuyla yüzleşmek gerek. Popüler kültürün içindeki boku taklit etmektense, algıları popüler kültür tarafından yontulmuş okurla edebiyat üzerinden nasıl bağ kurulabileceğini bulmak gerekir. Bu elbette ki inanılmaz derecede zorlu, kafa karıştırıcı ve korkutucu bir şey ama yine de hoş. Çok cazip ve başarılı ticari eğlence biçimleri ile kuşatılmış durumdayız, bizden başka hiçbir kuşak böylesi bir şey tecrübe etmemişti. Günümüzde yazar olmak demek bu demek aslında. Yaşamak için ve yazmak için güzel bir çağ bu.

Kolay olduğunu iddia edebileceğimden ise emin değilim.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Algı hatası

Sıcaktan kavrulmayı sürdürmekte olduğumuz yeni bir haftaya başlarken güzel bir haber; eylül ayı için son hazırlıkları yapılan ve Dave Eggers'ın bu coğrafyada yayımlanacak ikinci kitabı olan Ne Nedir, Times kaynaklı habere göre İngiltere listelerinde bir numara. Liste kitabı beni bozar demeyin; Ne Nedir öylesine özgün ve sarsıcı bir kitap ki tüm ezberlerinizi bozması mümkün, eylül ayını bekleyin.

Yaz bütün acımasızlığıyla ilerlerken, sıcakların da etkisiyle zaman zaman insan algıladığı dünya kırılıp parçalanıyormuşçasına yabancılaşıyor ortamına. Uykusuzluğu da eklersek hepimiz deliliğin sınırlarında ve algı hatalarının kucağında geziniyor gibiyiz bu aralar. Ya da genelleme yapmayayım, en azından blog yazarınız bu aralar çevresindekileri tuhaf bir rüyadan hatırda kalanlar gibi görmeye başladı. Her neyse, endişeye mahal yok, bozuluruz ve düzeliriz, adına yaşam dediğimiz uğraş bu nihayetinde. Yabancılaşma demişken bir algı sıçraması yapalım ve Rusya'da vuku bulan bazı tuhaf olayları nakledelim öyleyse. Moskova'da, Dostoyevski'nin kültür mirasına sahip çıkmak adına bir metro istasyonunun duvarları yazarın romanlarından çeşitli sahnelerin duvar resimleri ile döşenmiş; istasyona da Dostoevskaya adı verilmiş... Buraya kadar her şey gayet güzel ilerliyor. Ancak bugünlerde Rusya bu resimlerin insanları depresyona soktuğunu ve intihar arzusu tetiklediğini tartışıyor ve resimlerin yeniden ele alınması gündemde, özellikle şakağına silah dayamış bir figür (Ecinniler) ile baltalı bir adamın işlediği cinayetin resmedildiği sahne (Suç ve Ceza) tartışma konusu olmuş. Kaygıların merkezinde yatan şey bu resimlerin metroyu kullananları şiddete veya intihara sürükleme olasılığı... Yorum yapma gereği duymuyorum ama şunu söyleyeyim, seneler sonrasını hayal etmeye falan gerek yok, hayat bazen tam da içinde yaşadığınız zaman kötü bir distopya şeklinde koyuyor kendini ortaya. Geçen ay bir ahtapotun seçimleri üzerinden maç skoru tahminleri yapan bizler mesela, geçen hafta Ağustos 12'de kopması beklenen kıyameti konuştuk. Birileri ısrarla sterilleştirmeye çalışırken dünyayı, yıllar geçse de, bir şeyler değişse de olan bitenin özeti hep aynı; kan, ter ve göz yaşı.

Bir kitap rafına uzanıp Yeraltından Notlar'ı çekip almanın, sayfaların arasında gezerken sıcak eşliğinde zihninizde giderek acayip bir hal alan karmaşaya omuz silkmenin tam da zamanı şimdi.

İyi haftalar dileklerimizle...




13 Ağustos 2010 Cuma

Dünya -uğursuz bir biçimde- gerçektir. *

Pavese, Yaşama Uğraşı'nda edebiyatın hayatın saldırılarına karşı bir savunma olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Rüya görerek, rüyada geçmiş olayların olmadığını, her şeyin eylem olduğunu fark ettim; hiçbir şey özet değil - çağrışım sanatının modeli."

Çağdaş insanın rüyalarını aktarabildiği pek çok medyum mevcut elbette, ama sinema bunların arasında ilk akla geleni. Rüya, çağrışım ve sinema demişken Christopher Nolan'ın yaz hediyesi Inception'a geçeceğimi sandıysanız, yanıldınız. Bu yıl iki farklı edebiyat uyarlaması beyazperdede karşımıza çıkacak, biri Haruki Murakami'nin Norwegian Wood'u (Türkçede Doğan İmkansızın Şarkısı adıyla yayımladı) diğeri ise Ishiguro'nun Never Let Me Go'su.(YKY-Beni Asla Bırakma.) Ishiguro uyarlamasının bu yıl Londra Film Festivali'nin açılışında gösterileceği söyleniyor. Murakami'nin Norwegian Wood'u ise Venedik Film Festivali'nin ağır topları arasında. Sevdiğim kitapların sinema uyarlamaları karşısında korku duyduğumu itiraf etmekle beraber, uyarlamaların metne ait bir okuma olarak değerlendirildiğinde cazip bir yanları olduğunu yadsıyamam, dolayısıyla bekleyişe geçtim bile.

Okuma demişken, yaz dur durak bilmeden çullanırken üzerimize, insan ister istemez kütüphanesine sığınıyor. Rafların arasından sayfaları sararmış, 1990 basımı bir kitap, Jorge Luis Borges'ten Sonsuzluğun Tarihi. Yayınevi Düzlem, çeviren Ayşe Atalay, yayım yılı 1990. Bu haftanın vedası buradan: "Mallarme'a göre dünya kitap için vardır. Bloy'a göre ise biz, büyülü bir kitabın harfleri, sözcükleri, ya da satırlarıyız. Ve bu hiçbir zaman bitmeyecek kitap, dünyada olan tek şeydir. Daha iyi bir anlatımla, dünyanın kendisidir."

Serin kalın...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Saman sarısı

Bazı eski kitaplara mezar yapmak için açılmış bir çukurun yanındaki toprak yığınının ardına saklanmıştım, edebiyat babasının tek diniydi, bir kitap yere düştüğünde alıp öperdi, bir kitapla işi bittiğinde, kitabı sevebilecek birine vermeye çabalardı ve buna değecek birini bulamadığında onu gömerdi. Bütün gün bakınmış ama onu görememiştim. Ne bahçede ne de pencerelerden birinde. Onu görene kadar beklemeye karar vermiştim ama akşam çökmeye başladığında eve gitmem gerekeceğini biliyordum. Eve gitmem gerektiği için kendimden nefret etmiştim, neden kalan kişi olamıyordum? Başım önde geri dönmüştüm, fazla tanımamama rağmen onu düşünmeden edemiyordum, ona gitmenin bana ne fayda sağlayacağını bilmiyordum ama ona yakın durmam gerektiğini biliyordum. Ertesi gün evine yürürken aklıma beni hiç düşünmemiş olabileceği gelmişti. Kitaplar gömülmüştü, ben de gidip ağaçların arkasına saklanmıştım, ağaçların köklerinin kitapları sardığını, sayfalardan beslendiklerini hayal etmiştim; ağaçların gövdelerinde harf sarmalları olduğunu düşünmüştüm, saatlerce beklemiştim, ikinci kat penceresinde anneni görmüştüm, sadece bir genç kızdı o zaman, bana bakmıştı ama Vera’yı görememiştim. Bir yaprak düşmüştü, saman kağıdı gibi sarıydı. Eve dönmem ve ertesi gün onu görmeye gelmem gerekiyordu. Ertesi gün okulu asmıştım, yürüyüşüm hızlanmıştı, yüzümü gizlemekten boynum ağrıyordu, kolum yanımdan geçen birinin koluna —güçlü, sağlam bir kol— çarpmıştı, kolun sahibini tahmin etmeye çalışmıştım. Çiftçi, duvarcı, marangoz, madenci… Evine vardığımda arkaya bakan pencerelerden birinin altına gizlenmiştim, uzaklardan bir tren geçmişti, gelen insanlar, giden insanlar, askerler, çocuklar, pencere zangırdamıştı, bütün gün beklemiştim, bir yolculuğa mı çıkmıştı, babası onu bir yere mi yollamıştı, benden mi gizleniyordu? Eve döndüğümde babam, babasının ziyarete geldiğini söylemişti, neden nefes nefese kaldığını sormuştum, “İşler kötüleşiyor,” demişti, babasının sabah yolda yanımdan geçtiğini fark etmiştim. “Hangi işler?” Bana çarpıp geçen sağlam kol babasınınki miydi?

“Her şey. Dünya.”

(Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Yazıyoruz, yazıyoruz, yazıyoruz

 

Google, evrendeki tüm kitapları dijital ortama taşımaya yönelik çabalar içinde, biliyorsunuz. Bloglarında belirttikleri üzere, bu sürecin ilk ve en önemli ayağı dünyada tam olarak kaç adet özgün kitap olduğunu saymakmış. Küçük Prens'i ve seyahatleri sırasında yıldızları saymak için delice çaba gösteren işadamıyla rastlaştığı kısmını anımsıyor musunuz? Yıldızları saydığını söyler işadamı, daha önce kimse akıl etmediği için yıldızların kendisine ait olduğunu söyler, onları sayar ve bir deftere işler, defteri de bankaya emanet eder... Her neyse, google 129,864,880 özgün kitap saydığını söylüyor ve verilerinin henüz tam anlamıyla net olmadığını da ekliyor. Her Şey Aydınlandı'da Jonathan Safran Foer kasabadaki herkesin katkıda bulunduğu bi kitaptan bahseder mesela, her şey kayıt edilir Atalar Kitabı'na, kasabalıların yazacak şey bulamadıklarında ise yazdıkları şey şudur: Yazıyoruz, yazıyoruz, yazıyoruz. Sayım yapanlara kolay gelsin, ne diyelim.

6 Ağustos 2010 Cuma

Ne Nedir

Woody Allen kitap serisinin son halkasının yayım hazırlıklarını sonbahar için sürdürürken Allen cephesinden yeni haberler gelmeye devam ediyor. Tam son filmi "You Will Meet a Tall Dark Stranger"ın haberini almış, afişlerine göz gezdiriyorduk ki Allen'ın Carla Bruni'nin de dahil olduğu bir kadroyla "Midnight in Paris" adlı bir film çektiği hatta Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin sete eşini ziyarete gittiği açıklandı. Sarkozy, Bruni ve Allen üçlüsünden birkaç filmlik materyel çıkmaya müsait aslında, Woody Allen yaratıcı üretimini sürdürmeye devam ettikçe daha neler olacak göreceğiz.

Sonbaharın kitaplarından biri son hazırlıklarını bugünlerde yaptığımız bir Dave Eggers romanı: Ne Nedir. Bir başka genç yazar, Francine Prose, Ne Nedir'in pikaresk bir ergenlik romanı olduğunu söylemiş ve Huckleberry Finn'e benzediğini eklemiş. İflah olmaz bir Huck Finn hayranı olarak bu benzetmenin pek de yersiz olduğunu söyleyemem ancak Ne Nedir'in bundan daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Okuyun, bakalım sizler ne düşüneceksiniz.

Son olarak geçen hafta Kafka'nın davasındaki gelişmeleri bildirmiş, yazarın kasalarda saklanan elyazmalarını bir bilirkişi heyetinin incelediğini belirtmiştik. Mahkemenin kararı kamu lehine gerçekleşti ve kasaların içeriğinin açıklanacağı bildirildi; önümüzdeki yıllarda daha önce hiç yayımlanmamış Kafka öyküleri okumaya hazırlıklı olalım.

Öyleyse Kafka'dan gelsin, Sirenlerin Susuşu:

Ama sirenlerin şarkıdan çok daha tehlikeli bir silahları vardır ki, o da susuşlarıdır. Hani böyle bir durumla karşılaşılmamıştır şimdiye kadar, ama karşılaşılabilir.

Bir kimse belki sirenlerin şarkısından kurtarabilir kendini, ama susuşlarından asla.

(Taşrada Düğün Hazırlıkları; Franz Kafka. Çeviren: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, 1994.)

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Kendine ihanet

Ruth günün geri kalanını, koşuya, markete ya da sadece tırmıkla arka bahçedeki yaprakları temizlemeye gitmek için kendini isteksizce telkin ederek kanepede uzanarak geçirdi. Banyoyu temizlemek bile orada öylece yatıp cehenneme gidebileceği ihtimalini göz önünde bulunduran bir adamla sevişme hayalleri kurmasını engellemek yolunda atılacak bir adım olabilirdi.

Bu durum, utançtan da kötüydü. Tim’e öfkelenmeye ve yaptığının hesabını vermesi için onu sorgulamaya hakkı vardı. Bunun yerine adamın çenesindeki küçük gamzeyi, ağzından önce gözlerinde beliren gülümsemeyi ya da o kocaman müzisyen ellerinin bedeninde gezinmesinin ne kadar hoş olacağını düşünmek sadece aptalca değil aynı zamanda kendine ihanetti.

Fiziksel olarak çekici bulduğunuz biriyle ilk defa yalnız kalmanın ve sizi birbirinizden ayıran tek şeyin aranızdaki hava ile kendi kararsızlığınız olduğunu fark etmenin verdiği o tuhaf, gizli ürpertiyi daha adam mutfak sandalyesine oturur oturmaz hissetmişti. Bütün yapması gereken uzanıp elini onunkinin üzerine koymaktı. O zaman her şey daha farklı olacaktı. Birbirleriyle konuşurlarken kafasında sürekli bu hareketi canlandırmış, yumruklarını sıkıp gevşetirken elini kucağından kaldırıp masanın altına kaydırmanın ne kadar kısa bir zaman alacağını düşünmüştü.

Fakat bunları yapamamıştı ve Tim çoktan gitmişti.


(Tom Perrotta, Yatak Odası Dersleri. Çeviren: Banu Irmak & Hakan Toker.)

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ivır zıvır çağı

"Yaz mevsimi durmaksızın devam etmeye yazgılı, sürekli aşağı doğru kıvrılan bir sarmal gibiydi."(Jess Walter, Körler Ülkesi. Çeviren: Seçil Kıvrak.)

Nick Cave'in Bunny Munro'nun Ölümü'nü TV'ye uyarlayacağını duyurmuştuk ki, yazarın bu kez The Crow'un beyazperde uyarlamasının senaryosunu yazma konusunda anlaştığı haberi düştü. Yönetmen Stephen Norrington'ın önceden bir senaryo yazmış olduğu ve Nick Cave'in senaryoyu yeniden yapılandırmak adına projeye dahil olduğu söyleniyor. Hatırlatalım; Cave Bunny Munro'nun Ölümü'nü de öncelikle senaryo olarak yazdığını ve sonradan romanlaştırdığını söylemişti. Ayrıca Nick Cave'in Russell Crowe'un ricasıyla Gladyatör filminin devamı niteliğinde akıllara ziyan bir Gladyatör 2 senaryosu yazdığı ancak stüdyolardan veto yediği de biliniyor. 1990'lı yılları anımsayanlar The Crow filminin ve soundtrackinin sarsıcı etkisini de hatırlıyorlardır; The Crow filmi aslen James O'Barr'ın yarattığı bir çizgi roman serisinden uyarlama ki, filmi anımsayanlar yine bir film setinde hayatını yitirmiş olan Bruce Lee'nin oğlu Brandon Lee'nin bu filmin çekimleri esnasında içi boş olduğu söylenen bir tabancanın patlaması sonucu öldüğünü de hatırlayacaklardır. Doğaüstü hadiselere girmeden bu gotik klasiğin Nick Cave dokunuşuyla nasıl olacağını şimdiden merak ettiğimizi belirtelim.