V
“… giderek kitaplara sığınır oldum, ciddi ya
da önemli kitaplara değil de bana kendimden kaçma fırsatı sunanlara (…)”[i]
Patricia Highsmith,
Becerikli Bay Ripley’yi
yayımlattığında sene 1955’ti: O günden bugüne dünyanın çehresi, oldukça
değişti. Bu soğukkanlı, steril denecek denli duygusuz ve hesapçı, fakat okurunu
kaşla göz arasında ele geçiriverip kendi safına ustalıkla çekebilen kahramanı
bugünün dört bir köşesine güvenlik kamerası dikili, parmak izlerinden retina
fotoğraflarına varana değin türlü araçla herkesi gözetim altında tutan
dünyasında, hele de bir başkasının hayatına ‘çökerken’ hayal etmek güç. Bizler,
her daim geride bıraktığımız izlerle ilerledikleri zeminde sümüksü izler
bırakan salyangozlardan farksızız şimdi; malum, girdiğimiz her oda, açtığımız
her pencere, tıkladığımız her bağlantı birtakım algoritmalar yardımıyla
depolanıp türlü amaca hizmet edecek şekilde işleniyor, bu doneler birilerine
satılıyor ve o satışlar sonrasında her birey, -çoğu zaman bir katilin değil ama-
bir projenin hedefi haline geliyor. İşte, tam da bu dengeleri değiştirmek
amacıyla yola çıkan Sanatçı Jennifer Lyn Morone, şahsını tescilli bir markaya[ii]
dönüştürmüş ve bir internet sitesi kurup bir de sergi düzenleyerek yaşadığımız
bu olağan dehşet ortamına dikkat çekmiş: Morone, kendi verileri üzerinde yegane
söz sahibi olduğu iddiasıyla, yüz sterlin karşılığında hayatıyla ilgili tüm
verileri bir dosya haline getirmiş ve satışa çıkarmış. Dekontlar, laboratuvar
sonuçları, faturalar, adresler, karneler, akla gelebilecek her şey... Sanatçı,
eğer birtakım şirketler insanın sırf var olması hasebiyle biriken veriler
üzerinden kazanç sağlıyorsa, aynını verilerin gerçek “sahibinin” de yapabileceğini
söylüyor ve bireyin toplum nezdinde değerini ‘ölçüp biçme’ derdinde olduğunu
belirtiyor. DOME[iii] adını
verdiği bir veritabanı kuran Morone, hakkındaki her şeyi, dijital ortamda
bıraktığı her türlü izden maddi dünyadaki adımlarına değin tüm bilgileri burada
depoluyor - her ne kadar bu girişimiyle Google, Facebook ya da Amazon gibi dev
yapılarla aşık atamayacak olsa da, verdiği mesajla kendi “hikayesine” sahip
çıkıyor.[iv]
Eğer böyle bir şey mümkün ise...
VI
“Nasıl yazılması
gerektiği hakkında önyargın var. Sanki herkes aynı noktadan başlarmış, aynı
hedefe gidermiş gibi yargılıyorsun her şeyi.”[v]
Geçen yılın en
çok ses getiren kitaplarından biri, bir romandı: Acı Dolu Yaşamlar rafında yer
almasa da acının, fiziksel ve ruhsal acı ile travmanın uzun uzadıya irdelendiği
Hanya Yanagihara imzalı A Little Life
(Bir Küçük Hayat.) ABD’de Ulusal Kitap Ödülü’ne, ayrıca Man Booker’a aday
gösterilen bu roman, tuhaftır ki, okuru da ikiye böldü; bir kesim
Yanagihara’nın anlattığı hikayenin başlangıçtaki ışıltısıyla büyülenip
sayfaları çevirdikçe artan acı ve şiddet dozu karşısında ağlamaktan helak
olduğunu belirtiyor, diğer kesim ise yazarın, kitabın odağındaki kahramana
çektirdiği bitmek bilmeyen zulmün dozunu komik denecek denli aşırı bulduğunu söylüyordu.
New York’ta, aynı üniversiteden mezun dört arkadaşın sanat galerilerinden
partilere ya da en revaçtaki lokanta ve barlara uzanan pırıltılı yaşamlarıyla
başlayan kitap, kahramanlardan birinin geçmişindeki akla hayale sığmayacak
denli dehşetli taciz, tecavüz ve mağduriyet öyküsüne odaklanarak ilerliyor ve
aktardığı acının gölgesinde anlatının, inandırıcılık da dahil olmak üzere diğer
bütün unsurlarını yavaş yavaş solduruyordu. Elif Batuman, New Yorker’da yayımlanan incelemesinde kitapla inceden inceye dalga
geçiyor, London Review of Books’a
yazan Christian Lorentzen, kahramanlardan birine gönderme yaparak, “Kim böyle
bir romanda hapsolup da uyuşturucuya dadanmaz ki,” yolunda sert bir yorumla
incelemesini noktalıyordu. Oysa Garth Greenwell, Atlantic’te yayımlanan makalesinde A Little Life’ın nicedir beklenen “Büyük Gay Romanı” olduğunu söyleyerek
olumsuz tepkilerin kalbinde yer alan inandırıcılıktan uzaklaşma, karakterlerde
tek-boyutluluk vs. gibi unsurları metnin “queer olarak yaftalanagelmiş” opera,
melodram, vs. gibi kaynaklardan beslenmesine yoruyordu. Greenwell, tam da bu yüzden,
yani melodrama, mübalağaya ve duygusallığa böyle derinlemesine yer açarak daha
mütevazı dışavurum yöntemleriyle ortaya konamayacak coşkun gerçeklerin kağıda dökülebildiği
kanısındaydı. Sonu gelecek bir tartışma değildi, zira birilerinin eleştirisine hedef
açan unsurlar, başkalarından övgü topluyordu. Romanın yol açtığı tartışmalardan
belki de en ilginci, New York Review of
Books yazarı Daniel Mendelsohn’un Yanagihara’yı kahramanı Jude’a biçtiği sonu
bir türlü gelmek bilmeyen taciz ve acı çıkmazı üzerinden eleştirerek bunun ne
insani[vi]
ne de sanatsal açıdan adil olduğunu iddia etmesi ve romanın okuru “aldattığını”
söylemesi üzerine koptu. Mendelsohn’a yanıt, yine beklenmedik denecek bir hamle sonucunda kitabın editörü Gerald
Howard’dan geldi; Howard, Charles Dickens eserlerini ya da John Williams’ın
Stoner’ını emsal göstererek kurmacanın başlı başına bir kandırmaca işi
olduğunu, ve bunun, okuru hakiki bir duygu ve estetik zevk boyutuna sürükleyen
teknikler sayesinde sahtekarlık niteliği taşımadığını belirtiyordu. Mendelsohn,
yanıta daha da alaycı bir cevap vermekten kaçınmadı ve bu defa yazarın
kahramanına yaşattıklarının kabalığından dem vurdu.
Kurmacaydı, ama
gerçeklikle ilişkisine dair tartışma, bir türlü bitmek bilmiyordu. O esnada
güçlü bir sosyal medya kampanyasıyla desteklenen kitabın okurları, sıklıkla,
yedi yüz yirmi yedi sayfalık bu koca kitabın nasıl da çabucak, hızla, heyecanla
ve okunduğunu söylüyor, gözyaşlarından[vii]
bahsetmeyi ise unutmuyordu. Toplu bir ağlama nöbetiydi adeta ve herkes, buna
davetliydi.
[i] Greenwell, Garth. What Belongs To You.
[iii] DOME: The Database of ME. (Bana Dair
Veritabanı.)
[iv] Grgurich, John. “Companies Are Profiting
From Your Data. Shouldn’t You?” The
Fiscal Times, 14 Temmuz, 2014.
[v] Stoppard, Tom. “Gerçek Şey,” Toplu Oyunları I. (Çeviren: M. Hamit
Çalışkan.)
[vi] Kurmaca bir esere ilk defa böyle bir
misyon yüklendiğine, böyle bir itham yöneltildiğine tanık oluyorum.
[vii] Mark Twain’e atfedilen o söz geliyor
insanın aklına: “Elinde çekiç olana her şey çivi gibi görünür.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder