29 Şubat 2016 Pazartesi

İdeal



Okuyacağınız kitapları neye dayanarak seçiyorsunuz? Hakkında söylenenlere, arkadaş ya da eleştirmen tavsiyelerine, tanıtım yahut reklamlara, arka kapağında yazanlara göre mi? Avustralya'nın Sydney şehrinde Elizabeth's adlı bir kitabevi, heyecan ve yenilik arayışındaki okurlar için bir proje geliştirmiş ve kitapları kahverengi paket kağıdına sarılı halde, üzerine yalnızca birkaç betimleme yazılmış olarak -örn. Nobelli, macera, savaş, vs.- sergilemeye başlamış; okur, kitabı değil paketi seçecek ve şansına ne çıkarsa onu okuyarak alışkanlıkları dışına taşmayı deneyecekmiş. Elizabeth's'in Blind Date with a Book adını verdiği bu girişim, kitabevinin müşterilerini oldukça heyecanlandırmış; çalışanlar ise böylelikle gözden kaçan güzel kitapların keşfedilmesine yardımcı oldukları kanaatinde. Yeniliklerden ürkenlere, neofobik bünyelere göre değil elbette, ama alışkanlıkların dışına çıkmak iyidir gene de...

Bir başka yenilikçi kitabevi bahsi ise Londra'dan: yeni açılan Libreria, kitabevinin içinde kafe ya da wi-fi bulundurmayacak, müşterisinin telefonuna yönelmesini teşvik etmeyecekmiş. (Teşvik bir yana, kitabevinde dijital cihaz kullanımı yasak.) Müşterilere viski ikramında da bulunacak olan bu mecra, bir kitabevine yönelik beklentileri değiştirme iddiasında... Yönetici Sally Davies, kitabevlerinin ürkütücü yerler olabileceğinden dem vuruyor ve okurun, Libreria'da "hem en son deneysel romanı hem de Açlık Oyunları'nı" sorabileceğini, kimsenin okuma tercihleri uyarınca yargılanmayacağını belirtiyor. (Okuma tercihlerini bilemiyorum ama bedava viski servisi veren bir bar mevcutsa, kitabevinde huzursuz hisseden kimseler biraz olsun gevşeme imkanı bulabilir herhalde.) Libreria'nın diğer iddiası ise kitapları geleneksel kategorilere -roman, biyografi, araştırma-inceleme, vs.- göre değil de okurun ilgisini çekecek kesişimlere zemin hazırlayan tanımlar uyarınca düzenleyecek olması; örn. deniz ve gökyüzü, aile, sevgi, heyecandan yoksun olanlar için cezbedici şeyler, vs. Libreria'nın kurucuları, bağımsız yayınevlerine odaklanacaklarını ve böylelikle, bilhassa zincir kitabevlerinin bir örnek manzarasından farklı bir manzara oluşturacaklarını belirtmiş.

Biri Avustralya, diğeri İngiltere'den olmakla beraber bu iki kitapçı, farklı ortamlarda aşağı yukarı aynı şeylerle karşılaşan okura nefes alabileceği bir vaha sunma iddiasında. Muhafazakar okura göre olmadığı kesin, fakat ilham verici ve eğlenceli, üstelik çeşitlilik vaadi var işin içinde.

Sadece kitabevlerinde değil, hemen hemen her mecradaki tektipleşmeyi göz önünde bulundurunca bu gibi yaratıcı girişimlere ne denli ihtiyacımız olduğunu düşünmeden edemiyorum. Zira manzaramız fena halde tekdüze - öte yandan arza talep gerek, okura da iş düşmekte.

İdeal kitabevi size göre nasıl bir yer peki?

(Görselde Foyle's'dan bir köşe.)

26 Şubat 2016 Cuma

N-n-n

Trainspotting'in görsel estetiğine bakış: Hayatı seç! Üzerine, haftanın notları arasındaki favorim, bu trenler başka ama onları da gözleyen var... Ardından, Stanley Kubrick'in kamerasından New York metrosunun trenleri. Trenlere doyamayanlara son bir hizmette bulunalım: Yine New York, yine trenler: Valeria Luiselli'nin kurguladığı yeraltı dünyasına da selamlarımızla elbette.

Umberto Eco kütüphanenin sonsuzluğu içinde: Düzen şart. Üzerine, Eco'nun yeni kitabı. (Sıfır Sayı değil bahsedilen.)

Aranan adam: Salman Rushdie. Sansasyonla değil de edebiyatla ilgilenenleri -mesela- buraya alalım. Bir de şöyle bir şey var: Okuduğu kitap yüzünden çarpıntı geçirince yazarı dava eden adam. Saçmalardan seçmelere devam ediyorsak buyrun: Peter Jackson Gollum davası için Türkiye'ye gelecek. Valla sizi bilmiyorum ama bana kurmaca değil bu gibi haberler nefes darlığı yapıyor, dava merci de yok üstelik... Şifa için adres kütüphane, çare kitap!

Instagram'da çeşitli vukuatlar: Mesela, David Bowie ve Black Star temalı mini dizi Unbound. Üzerine, Instagram'da yazılan ilk roman: Hey Harry Hey Mathilda. (Jedediah Berry'nin Twitter'ın anket özelliğiyle tamamladığı metin için sizi buraya alalım, kanımca dahiyane.) Instagram kullanan yazarlar: bir derleme. Üzerine, Huffington Post'un önerdiği edebi Instagram hesapları. Son olarak, hazır yeri gelmişken, konuşan bir logoya değil de blog yazarınıza tanımlı Siren hesabı, kitaplar ve diğer olağan güzelliklerle ilgilenenler için.

Metrolara değinerek başlayan notlar, Taksim istasyonunun yeraltı tayfasından olan aşağıdaki uykucu kediyle kapansın: İyi tatiller.


25 Şubat 2016 Perşembe

Müzik

Geçen yıl, hatırlar mısınız bilmiyorum ama Grooveshark'ın bir gecede uçmasıyla seneler boyunca türlü kitabın hazırlığına arka plan olan müziklerimiz de ortadan kayboldu, takip ettiyseniz bilirsiniz... Neyse, birtakım listeleri karmakarışık halde kurtardık, bazı şeylere ulaşamadık, geçmişe ait şeylerin replikalarını hazırlamak ise içimizden gelmedi, vs. vs. Neyse, sonuçta, bu siber kıyımdan çıkan müziklerin bir kısmı, artık Spotify'da ikamet etmekte, zamanla ve bizler yeni kitaplar hazırladıkça yenileri de eklenecek diye umuyorum.

Dolayısıyla, buraya da buyrun, bekleriz, diyorum.

(Görselde, kime ait olduğunu bilmediğim graffiti, Berlin.)


24 Şubat 2016 Çarşamba

İfade


Kışlar fırtınalı geçerdi. Ama mini etekler giyerdim o zamanlar, çünkü gençtim. Tanıdıklarıma mektuplar yazar ve yaptığım yürüyüşlerden, gri çoraplı bacaklarımdan, koca cepli kırmızı bir paltoya sarınmış bedenimden bahsederdim. Sanki sokakları arşınlayan gri bacakların ya da havanın edebi bir yanı varmış gibi o bacakları okşayan soğuk rüzgârları anlatır, buz gibi havayı insanın yüzüne batan kirli bir sakala benzetirdim. Çok uzun süre yalnız yaşadığınızda hâlâ hayatta olduğunuzu teyit etmenin tek yolu eylem ve nesneleri açık bir şekilde, anlaşılır bir sözdizimiyle ifade etmektir: bu yüz, yürüyen bu kemikler, bu ağız, yazı yazan bu el. 

Artık geceleri yazıyorum; sigara ve içki içmek ya da içeriyi havalandırmak çocukların uyumasıyla meşrulaştığında. Eskiden her an, canımın istediği her saatte yazardım çünkü bedenim bana aitti. O zamanlar bacaklarım uzun, güçlü ve inceydi. Onları göstermenin hiçbir mahzuru yoktu. 

İster birilerine, ister yazıya.

(Luiselli, Valeria. Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı.)


23 Şubat 2016 Salı

Kalan

Geçen hafta, sanıyorum aynı gün (zaman farkı var zira, oturup hesaplamadım da) hem Harper Lee'nin hem de Umberto Eco'nun ölüm haberi duyuldu. Viral bir yas dalgası sosyal medyayı sardı -bir diyeceğim yok buna- dileyen kitlesel histeriye katılıp karalar bağlamakta, dileyen de yabancılaşmakta özgür elbette... Harper Lee ve Umberto Eco'nun edebi açıdan benzeşik herhangi ve hiçbir niteliği, yazı yazmış olmaları dışında yollarının kesişmesini sağlayacak hiçbir şey yok, ölüm günlerinin aynı olması dışında elbette... 'Güle güle Umberto, hoşça kal Harper,' diyemeyecek, beylik sözlerle uğurlamalara girişemeyeceğim ama belki bir yazarı anma ve yaşatmanın en iyi yolunun eserlerini okumak, hatta farklı zaman dilimlerinde tekrar tekrar okumak olduğunun altını çizebilirim.

Yazı kalır.


(Görselde, Galata'da bir sahaf tezgahı.)

22 Şubat 2016 Pazartesi

N-n-n

Haftaya tepetaklak başlamak gibisi yok, buyrun: Notlar.

Reddedilmenin dayanılmaz hafifliği. Üzerine, kişisel favorilerimden biri: David Bowie ve hayır demenin on zarif biçimi. Peşi sıra gelsin: Reddedilmiş metinler. (Bu arada unutmayın: fikir, sahibini bağlar.)

Devam: Graffitici babaanne çeteleri! Geçen yıl notunu düşmüştüm ama bir daha, bu defa serbest çağrışımla, babaannelerin üzerine gelsin: Kabul'ün kaykaycı çocukları. Ardından, edebiyatçılar ve spor.

"Bazen beynimin kimyasının ve yapısının çok hızlı bir şekilde değiştiğini hissediyorum." - Oyunculuk kariyerine kitap okumak için ara verdiği iddia edilen Emma Watson, beyninden bahsediyor. Çağrışıma engel olmak mümkün değil, buyrun, beyin ve yazar temalı bir bağlantı sizlere... Hassasiyetten yoksun girişimlere değindiysek bir başkasıyla devam: Yazarın gıda maddeleriyle portresi. Zihnininiz yeterince bulanmadıysa o zaman sizi buraya, salt noktalama işaretlerinden ibaret edebiyat eserlerinin başına alalım.

Yaşar ve ölürken: listeler. Üzerine, beş maddede Murakami'yi anlama rehberi. Liste demişken, liste sevenleri buraya alalım. Son olarak, !f için bir liste: Sinemacıların seyir rehberi.

Şimdilik notları burada bağlıyor ve işe güce dönüyorum. İyi haftalar dileklerimle. Görselde Mr. Fahrenheit'a ait bir iş ve Arnold, blog yazarınızın kişisel arşivinden.





18 Şubat 2016 Perşembe

Sıradan


S: Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam'ın protagonisti Paul O'Rourke, birçok yönüyle sıradan bir büyük şehir insanına benziyor. Çok çalışıyor, hobi edinmeye çabalıyor ama kolayca sıkılıyor. Ve İşimiz Bitti ile Bilinmeyen'de de olabildiğince sıradan insanların giderek garipleşen hikayelerine yer veriyordunuz. Sıradan insanların hayatlarını olağanüstü hikayelere dönüştürmeyi yazınınızda bu kadar özel ve önemli kılan unsur nedir?

C: Sıradan olan, asla o kadar da sıradan değildir. Kurmaca yazarı bunu en baştan bilir ve roman ya da öyküler vasıtasıyla ortaya koyabilmeyi umar. Çıkarımlarda bulunmamak, varsayımların doğru olduğu hükmüne varmamak ve, her şeyden önce, başkalarının karmaşıklığının, derinliğinin farkında olmak şarttır.

(Joshua Ferris, Seçil Epik'in sorularını yanıtlıyor - dahası için IAN Edebiyat, Şubat.)

17 Şubat 2016 Çarşamba

Anı



Kitaplar ve edebiyat, mekanlara katmanlar kazandırır. Bilmediğiniz bir yer hakkında bir kitap okuduğunuzda o yere dair ödünç bir anıya sahip olursunuz. Organ nakli olmaya benzer biraz. Birdenbire bir yer hakkında bir şey anımsarsınız, size ait bir anı değildir ama okuma yoluyla size geçmiştir.

(Valeria Luiselli, hafıza ve edebiyat ikilisinin işleyişinden bahsediyor. Görselde Krakow'da bir sokak köşesi.)





16 Şubat 2016 Salı

Vakit



Bu dünyadaki vaktimizi neyle geçirmeyi seçtiğimiz, kim olduğumuzun ve nasıl yaşadığımızın aynasıdır ve pek çok şey yansıtır. Vaktimizin oldukça büyük bir kısmı kariyerimize adanmıştır. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, çağdaş insanın ruhu, bedeninde değil de masasının gerisinde, bilgisayarının başında bulunmakta ve çalışma arkadaşlarının arasında süzülmekte. 

(Joshua Ferris, Seçil Epik'le IAN Edebiyat için gerçekleştirdiği söyleşide ruhu masabaşına mıhlanmış çağdaşlarına selam ediyor. Geçmiş vakitler ise toplanınca bir ömür ediyor.)

15 Şubat 2016 Pazartesi

Kalp


Geçmiş Sevgililer Gününüz kutlu olsun.

Bir alıp veremediğim yok aslında kendisiyle ama olsun... Maksat, yürekler bir olsun.

Sevgiyle.

12 Şubat 2016 Cuma

N-n-n

Van Gogh'un yatak odasında bir gece - 10 dolar. Chicago Sanat Enstitüsü, sanatçının ünlü resminin üç farklı versiyonunu irdeleyecek sergiye eşlik etmesi amacıyla bir odayı Van Gogh'un meşhur yatak odasına dönüştürmüş, sonra da AirBnB üzerinden kullanıma açmış. Üzerine gelsin: Van Gogh'un kulak kesme hadisesi zamanında nasıl "viral" oldu? Doymadıysanız sizi buraya alalım: kültür-sanat "ikonlarının" yatak odaları. Yatak odası demişken, felsefesi Marquis de Sade'dan gelsin, üzerine tabii ki Tracey Emin notu düşülsün. Madem yatmaktan bahsettik: Yatarak yazanlar. Son olarak, çağrışım dümenini otel odalarına doğru kıralım ve edebiyatçılarla ilintili otel odalarından bazıları ile lafı bağlayalım.

Altı çizili satırlara illüstrasyonlar.  Üzerine, edebiyat klasiklerinin matematiği. Anlam veremediyseniz daha anlamsız bir şeye, eserlerin içindeki kelime sayılara odaklanan bu infografiğe göz atın. İnfografik demişken, kelime fetişi olanlara gelsin: doğaya dair "güzel" sözcükler. Son olarak, madem saçmalık dedik, sözcüklerden yazı karakterlerine uzanalım: Hangi yemek Times, hangisi Comic Sans?
Çünkü Lego - Edebiyat eserlerine Lego'lu uyarlamalar. Lego demişken: Ai Weiwei'nin Lego zaferi. Üzerine, edebi Lego projeleri. Bir de, tasarım şaheserleri: Lego ile. 

Neyse, önümüz Sevgililer Günü, kopan tantanayla kırmızı kusacak hale gelirseniz raflarda sakinleşmenizi sağlayacak bir şeyler bulacağınız her daim garanti, benden hatırlatması. Görselde, metronun müziksever kedisi Gamsız. (kalp ben dememe gerek var mı?)

İyi tatiller!



11 Şubat 2016 Perşembe

Tılsım



"Geçen hafta çok sevimli bir roman okudum. Geçen hafta ama, bir oturuşta, bir çırpıda! Öğleden sonra başlamıştım, gece boyunca sürdürdüm okumayı; haber bültenleri dışında televizyonu açmadım.
 Romanın adı Kalabalıkta Yüzler (Siren Yayınları). Yazarı Valeria Luiselli’yi tanımıyorum: Çok genç, 1983, Meksika doğumlu. Kalabalıkta Yüzler’i Seda Ersavcı dilimize çevirmiş. Siren Yayınları şöyle tanıtıyor eseri:
“Luiselli, Kalabalıkta Yüzler’de, her şey bir yana, bir şair hakkında bir roman yazan bir yazara ya da kurmacanın kendisine dair bir roman yazmış ve kendine has mizahını ortaya koyabildiği bu çok katmanlı metni âdeta mimarî bir yaklaşımla tasarlamıştır.”
 ‘Her şey bir yana’yı es geçmemek gerekiyor. Çünkü roman biraz da orada, o ‘her şey’de gizli. Yirminci yüzyılın sonuna doğru, önceleri özellikle Batı romanında, sonra yeryüzü edebiyatında, ‘yazmak’ konusu, sorunu, handiyse açmazı da başlı başına bir izlek olmuştu. Şimdi de sürüp gidiyor. Kalabalıkta Yüzler yazmak üzerine bir roman.
Bu soy romanlardan ayrılan en ilginç yanı, Valeria Luiselli’nin kendini, romancıyı, olup bitenleri, yazma edimi sırasındaki karnavalı çok sevimli şekilde anlatabilmesi. Büyüklenmeler, şişinmeler yerine sıradanlaşmalar, herkes gibi olmalar, kendi kendisiyle dalga geçebilmeler.
Gelgelelim bir yandan da ‘ciddî’ bir roman yazılmakta. Ve o ciddî mi ciddî her şey, bakıyorsunuz, en derin acılar falan, hayatın içinde, hayatla bir arada alımlandığında tuhaf, yatıştırıcı, hatta huzur verici iyimserliğe dönüşüyor. Mümkün mü? Romancının yeteneği ışıdıkça ışıyor ve kaba gerçeklik kendini pekâlâ sevdire sevdire saltanat kuruyor.
Kalabalıkta Yüzler, başka romanlara, başka eserlere göndermelerle de bezeniyor. Yazarın kafasından geçenler, hatırlayışlar, o eserleri okuyup özümsemişseniz size de yansıyor, okumayı belki bir an durduruyor, ama edebiyat denen tılsımlı sanatın uçsuz bucaksızlığını duyumsatıyor."

(Selim İleri, Radikal Kitap'taki köşesinde Kalabalıkta Yüzler'e değiniyor. Kitabın okura ulaşmasından güzeli var mı?)



10 Şubat 2016 Çarşamba

Paranoya


Diğer daire, sessiz varlıklarıyla bana ara ara dünyanın ilgiye, hatta şefkate gereksinimi olduğunu anımsatan bitkilerle dolup taşardı. Neredeyse hiçbiri çiçek açmazdı. Yaprakları vardı ama: Kimisi yeşil, çoğunluğu sarıydı. Yerde bir avuç dolusu kuru yaprak gördüğümde kendimi suçlu hissederdim; yaprakları toplayıp saksılara su verirdim ama sonra birkaç hafta boyunca onları yine unuturdum. Cansız nesnelere metonimik bir değer atfetmekten daha sakıncalı bir şey yoktur. İnsan bir saksının içindeki bir bitkinin kendi ruh halini ya da daha beteri, sevdiği birinin ruh halini yansıttığına inanıyorsa hayal kırıklığına veya daimi paranoyaya mahkûmdur.

(Valeria Luiselli, Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Görselde çerçevenin içindeki renk grafiğine tırmanmış origami kertenkele, kapaklarımızı tasarlayan Nazlım Dumlu'nun eseri. Anlam yüklemeye bayılanlar için gelsin. )

9 Şubat 2016 Salı

Yeni


Yanlış hesaplamıyorsam Istanbul Art News Edebiyat'a 2013'ün sonbaharından bu yana yazıyor olmalıyım. Edebiyat eki önce iki ayda bir yayımlanmaktaydı, sonra aylık hale geldi. Bu yılla birlikte ek, bağımsızlığını ilan etti ve kendi başına bir sanat ve edebiyat dergisine dönüştü. Gerek devamlı yazarları, gerekse dosya konuları ve konuk ettikleriyle dergi, kanımca, boşluk doldurmanın ötesinde yepyeni bir alan açıyor.

IAN Edebiyat, ilk sayısıyla şimdi kitabevlerinde - takibi ihmal etmeyin.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Ses


Bu romanın kahramanlarının yaşamları farklı nedenlerden ötürü sarsıcıydı ve bunun hikayenin dışında unsurlarla romana yansıtılması gerekiyordu. Yani söz dizimi ve ritmin kullanılması, iki anlatıcının bir şekilde yokolup gittiğinin yazıya yansıtılması üzerinden bir sınav vermem gerekti. Dilin kendisinin dağılıp kırılmasını ve kahramanların öykünün akışı içinde salt sesten ibaret bir hale gelmesini istedim.

(Valeria Luiselli, Bookweb söyleşisinde Kalabalıkta Yüzler'den bahsediyor. New York Times'dan Paris Review'a, Granta'dan LA Times'a, pek çok Batılı kültür-sanat mecrasında büyük bir ilgiyle karşılanan bu genç ses ile tanışmadıysanız tanışın. Görsel, Londra'da bir yerlerde bir duvar - sanırım Spitalfields civarı, Mr. Fahrenheit'a ait bir iş olduğunu varsayıyorum.)

5 Şubat 2016 Cuma

N-n-n

N-n-n...

Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz yahut einmal ist keinmal - tekrara dair. Üzerine, elbette ki Kundera ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Madem kitabı andık, o zaman şunu da diyelim: Muss es sein?

Cem Dinlenmiş: Görsen Kesin Tanırsın. Üzerine, İstanbul'un En Güzel Kitapçıları. Güzellik demişken, maalesef yok edilmekte ama hafızaya iş makinesi sokan yok tabii: Narmanlı Han'ı ve Deniz'in dükkanını anımsamak - kültürel gelişimini o avludan geçerek tamamlamış bir kuşağa sevgilerle.

Bu hafta okuduğum en ilginç şeylerden biriydi: Elif Batuman ve The Head Scarf and Me.  Batuman'ın bir süre önce yayımlanan kitabı Ecinniler için buraya buyrun. Batuman'ın diğer New Yorker yazıları için buraya uğramayı ihmal etmeyin.

Çeviriyle ilgilenenlere: Cansu Canseven, K24'te  çeviri ekseninde şahane söyleşiler yapıyor. Püren Özgören söyleşisi için buraya.

Güzel insanların elinden çıkma şahane bir iş: Kötü Kedi Şerafettin. İzleyin. Bülent Üstün'ün zihin açan Instagram hesabı için sizi buraya alalım. 

Bir tekrarla bitireyim: okumadığı kitabı eleştirenlere kulak asmayın (tuhaftır ki yazar, şimdi de fazla yazmakla itham edilmekte) - Kırmızı Saçlı Kadın, sayfaları arasında sabahlamaya değecek güzellikte, bittiği yerde yeniden başlama arzusu uyandıran bir metin. Isınmak için, girişten bir bölüm burada. Bu ise şimdilik burada dursun...

Notlar burada sona eriyor - sizlere iyi tatiller.

(Görsel, Serdar-ı Ekrem civarında bir girişten.)




3 Şubat 2016 Çarşamba

Cevher



O şehirde, neredeyse bomboş bir dairede tek başıma yaşıyordum. Az uyuyordum. Kötü besleniyordum. Basit bir hayatım, belli rutinlerim vardı. Kimsenin satın almadığı -o denli soyutlanmış kültürlerde çeviriye şüpheyle yaklaşılıyordu zira- “yabancı cevherleri” bulup çıkarmaya uğraşan küçük bir yayınevi için kitap raporları hazırlıyor ve çevirmen olarak çalışıyordum. Yine de işimi seviyordum ve sanıyorum, en azından bir süreliğine, gayet başarılıydım. Ayrıca yayınevinde sigara içilebiliyordu. Pazartesiden çarşambaya oraya gidiyor; perşembe ve cuma günleri kütüphanede araştırma yapıyordum. Pazartesi sabahları erkenden, elimde kahve dolu kâğıt bir bardakla neşe içinde yayınevine girerdim. Önce sekreter Minni’yi, sonra başeditorü selamlardım; aslında ofisteki tek editördü kendisi ama yine de başeditördü işte. Adı White’tı. 

Masama geçer, bir sigara sarar ve geç vakitlere kadar çalışırdım.

(Bir yayınevinde başlayıp bir kitabın sayfalarına, bir şehrin bağırsaklarına ve zihin denen "eve" uzanan bir roman: Kalabalıkta Yüzler. Bir cevher, ama şüpheyle yaklaşılmasına gerek yok...
Çeviren: Seda Ersavcı. Görselde Jorge Mayet imzalı bir iş: De Mis Vivos y Mis Muertos.)

2 Şubat 2016 Salı

Devam


S: Hayaletler ve hayaletimsi şeyler ilginizi çekiyor. Değil mi?

C: Sanırım. Pek çok yerde yaşadım ve yaşadığım o yerleri temelli terk ettim. Yani bir anlamda pek çok kere öldüm ve yeniden doğdum; pek çok kısa, yoğun hayat sürdüm. Yazdıklarım bunun bir yansıması mı yoksa bununla hesaplaşmanın bir yolu mu, bilmiyorum.

(Sizin de başınıza geliyor mu bilmiyorum ama ne zaman takdir ettiğim birinin verdiği bir söyleşiyi okusam, sorulara takılıyorum, daha doğrusu, soruların sorulma üslubuna... Talihsiz bir soruya samimi ve yerinde bir cevap söz konusu burada; alıntı, Valeria Luiselli'nin The White Review söyleşisinden - Kalabalıkta Yüzler, pek çok katmanı olan bir metin ve yazarın burada verdiği yanıtla birebir örtüşen bir "çoklu yaşam ve ölüm" prensibi inşa ediyor. Bize düşen, hikayenin kabuklarını soydukça karşılaştığımız şaşırtıcı resimler, birbiriyle ilintili fakat bağımsız... Yaratıcılık meselesi -önceki kuşaklarla, kitaplarla, metinlerle, seslerle beslenen yaratıcılık- tam da buraya oturuyor ve önceki ölümlerin küllerinden yükseliyor. /// Görsel, Luiselli'nin odak ülke Meksika'nın tanıttığı yazarların arasında yer aldığı Londra Kitap Fuarı billboard'larından, oynanmış elbette.)

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kayıp


Geçtiğimiz ayı, biraz da geçen senenin verdiği bitkinlikten olsa gerek, dış dünya ile irtibatımı elimden geldiğince sınırlayıp Ocak ayında yayımlanan birtakım şahane kitaplara (ve halihazırdaki okuma listeme) dalarak geçirdim. Fakat gündemden kaçmak ne mümkün - telefonunu kapatıp bilgisayarını evde bırakarak tatile giden ve kafa dinlendiren insanlara dair şehir efsaneleri bir yana, dış çeperinizde olagelen şeyler, her nasılsa illa ki size de sirayet ediyor. (Neyse, şikayetçi değilim, dünyadan tamamen kopmak gibi bir arzum yok sonuçta.) Nasıl bir halse artık, o dış çeper nasıl bir tahakküm kurmuş ise, kişi kendine ait, yalnız kalması gereken bir içsel alanı bulunması gerektiği yanılgısına falan düşüyor... ama sonra dünya, illa bir yerlerden çıkıp yakanıza yapışıyor - ne demiştim, şikayetçi değilim, kabullendim, kendi alanımı koruyabilirim.

Yine de, kimi zaman, bir tür yabancılıktan mı desem, bir nevi uzaylılıktan mı bilemiyorum ama dünyayı takipteyken şu masaldaki 'Kral çıplak!' diye bağıran çocuğu anmamak mümkün olmuyor - ne cevval, ne idealist bir minikmiş ki herkesi uyarmış, gerçekleri haykırarak olanı biteni söylemiş, suları bulandırmış... zira bugün, bizim çokça parazitle dolu gerçekliklerimiz, bu denli berrak, bu denli net olamıyor, her kafadan bir ses çıkarken neyin ne olduğu değil, kimin ne dediği önem taşıyor. İşte, tam da bu minvalde bir Oscar tartışması koptu geçenlerde; birileri Akademi'yi ırkçılıkla suçlarken mesela Whoopi Goldberg ve benzerleri çıkıp 'Ben ödül aldıysam Akademi ırkçı olamaz,' gibi akıllara durgunluk veren savunulara girişti, vs. Söylenene göre, ödülleri veren Akademi üyelerinin yüzde 93'ü beyaz, yüzde 76'sı erkek ve yüzde 86'sı elli yaşın üzerindeydi, dolayısıyla ödüle layık gördükleri de, kendi demografik verileriyle örtüşen kişiler idi...  Günaydın. Yeni fark edenlere bravo dışında ne diyelim? Kral Çıplak adını vereceğimiz bronz bir adam (!) heykeli döktürüp kendilerine takdim edebiliriz mesela - ya da laf olsun diye Nobel istatistiklerine bakıp onlara da şaşabiliriz. Keşke, gündelik hayatın her aşamasına sızan ırkçılık, cinsiyetçilik, yaşa dayalı ayrımcılık, kayırmacılık vs. sadece, ama sadece Akademi mensupları nezdinde söz konusu olsa - o zaman başımızı çevirerek uzaklaşabilirdik. Neyse, ne okuyup ne izleyeceğimize dair tavsiyelerimizi altın varaklı koltuklarda oturan birtakım adamlardan (çok var bunlardan, sadece Oscar söz konusu olunca değil) alacak, sonra da hesap soracaksak işimiz güç, düşüncem o.

Besleneceğimiz kanalları seçmek, işte bütün mesele bu.

(Görsel, eski usul bir çantacı dükkanından - düzen ve zayiat!)