30 Eylül 2020 Çarşamba

Kolay

"Farklı şeyler insanları farklı biçimlerde etkiler, bazı insanların belli meseleleri düşünmeleri için bir kitap okumaları ya da film izlemeleri gerekir, bazı insanlar bir arkadaşlarıyla ya da aile fertlerinden biriyle konuşmak isteyebilir. Benim için bunların hiçbiri geçerli değildi; ben sadece bu konuda hiçbir şey yapmamaya dayanamaz hale geldim. Greta Thunberg'i izlemek çok üzdü beni. Bu dayanamama halinden büyük ölçüde o sorumlu, belki benim de çocuklarım olduğundan ve kendi çocuklarım beni yetiştiriyormuş gibi hissetmiş olduğumdan. (...) Gezegeni kurtarmak isteyecek kadar duygulanmak çok kolay ama. Bu duygu durumunu muhafaza etmek zor. Uzun zamandır alışageldiğimiz yaşamlarımızı değiştirmek zor." 

(Jonathan Safran Foer, Eater söyleşisinde küresel iklim krizinden ve bizim bu konuda neler yapabileceğimizden bahsediyor.)

11 Eylül 2020 Cuma

Salgın


Kapı değildi mesele. Bölge’de geçirdiği onca zamandan sonra şifreli kapıları açmak için nereye tekmeyi basması gerektiğini gayet iyi öğrenmişti. Bu aralar yaygın olan yanılsamaya kapılması, bugünlerde kaçınılmaz olan, yaşamı zorlaştıran, yapılanmaya özgü iyimserliğe teslim olması hataydı. Anında başına üşüştüler.

Dördü de, ta en baştan beri içerde tıkılı kalmıştı. Belki içlerinden biri, sokakta yürürken, o renkli kent ağzıyla dile getireceği üzere “zırdelinin teki”nin saldırısına uğramış ve civardaki hastanenin imkânları kıt acil servisinde atılan birkaç dikişin ardından evine yollanmıştı: Sigorta kartınız var mıydı? Felaketin boyutları anlaşılmadan önce gerçekleşmiş olmalıydı hadise. Derken kudurmuştu. Meslektaşlarından biri zamanında kaçmayı başararak kapıyı kilitlemiş, bölmedekileri kaderleriyle baş başa bırakmıştı. Benzeri, çeşitlemesi çoktu bu tür hikâyelerin. Kimse yardıma gelmemişti çünkü herkes kendi canını kurtarmakla meşguldü.

Mark Spitz, ölülerin başlangıçtan bu yana gördüğü ilk insandı ve bir zamanlar İK personeli olan bu dört hanım, feci açtı. Onca zamandan sonra bir deri bir kemik kalmışlardı. Eriyip giden kalçalarından düşmüş etekleri yerde kümelenmiş, şık tayyörlerinin koyu renk ceketleri, püskürmüş kan ve pıhtı öbekleriyle iyice kararıp katılaşmıştı. İçlerinden ikisinin pabuçlarının topukları, bunca zamandır bir çıkış bulmak için duvarlara toslayıp dururken kırılıp gitmişti. Biri, son iki kız arkadaşının gözdesi olan kenarları kırmızı fırfırlı külotlardan giymişti. Yırtık pırtıktı. Mark Spitz, dikkatini başka şeylere vermesi gerekirken tangaya bakmadan edemedi. Gereken düzenlemeleri yapmıştı yapmasına ama eski benliği arada böyle yokluyordu. Derken yeni benlik devreye girdi: karşısındakilerin işini bitirmeliydi.

İçlerindeki en genç kadının saçı, insanı ezip geçen bu kentte ayakta kalmaya çalışan farklı karakterlerdeki üç ev arkadaşını konu alan komedi dizisiyle moda olan tarzdaydı. Felaketin başladığı dönemde en tutulan televizyon programlarından biri olan dizide ekip, aksi bina görevlisi ve frapan komşu ile tamamlanıyordu. Patavatsızlığıyla gönülleri fetheden sevimli aktris Margaret Halstead’in, kırmızı halıların, televizyonda yayınlanan cilveli gece sohbetlerinin olduğu eski günlerde alâmetifarikası haline gelen saç stiline atfen Marge adı verilmişti modele. Mark Spitz, Halstead’i pek beğenmez, fazla zayıf bulurdu ama tekdüze kasaba ve küçük şehirleri terk edip kendilerini baştan yaratmak için Büyük Kent’e koşan genç kızlar, Marge’ın çırpınışlarında kendilerini bulmuş, aktrisin saç modelini fetişe dönüştürmüştü. Bu kızlar, ‘kentte isim yapma yalanı’ adlı pek eski zokayı yutup sürüklenir, sonrasında tek dertleri hayatta kalmanın yollarını bulmaya dönüşürdü: avcılık-toplayıcılıkla kirayı, artıkçılıkla çorbayı anca çıkarırlardı. Haftalık dergilerin duyurduğu en yeni gece kulüplerine ve lokantalara üşüşen, kenarı tarçınlı kadehlerde son moda kokteyller yuvarlayıp aşırı hevesli bir biçimde gülüşen Marge’lar her zaman ayakaltındaydı.

Mark Spitz’i önce Marge yakaladı ve sol kolunu tuttuğu gibi dişlemeye girişti. Parkasının kalın kumaşına hunharca saldırdı; kumaşın altında etin yattığını gayet iyi bildiğinden yüzüne dahi bakmıyordu. Leşlerle epeydir bu denli yakınlaşmamış olan Mark Spitz, sağlam bir ısırığın ne denli can yakabileceğini unutmuştu. Marge plastik fiberlerin karmaşık ağını delemezdi -salgın dönemi gerekliliklerinin ürünü bu mucizevî kumaşı dişleyerek delebilmeyi ummak için budala olmak gerekti- ama Mark Spitz, her salyalı ısırıkta çığlık çığlığa bağırdı. Omega’nın diğer üyeleri çok geçmeden koşturarak oraya gelecekti. Parkasının kolunda kırılan dişlerin seslerini duydu. Teğmen, süpürücülerin birbirlerinden ayrılmamasında, tamı tamına bu tür olayları engellemek adına ısrar etmişti. Ama son birkaç süpürme görevi gayet sakin geçtiğinden emirlere uymak yerine gevşeyivermişlerdi.

Marge şimdilik koluyla uğraşıyordu; leşlerin asgariye inmiş algıları yaptıkları şeylerin beyhudeliğini kavramalarının uzun sürmesine yol açıyordu. Dikkatini sağından saldıran leşe çevirdi.

Gür kaşlar ve dudaklarının üzerini gölgeleyen bir bıyık. Altıncı sınıftaki İngilizce öğretmeni Bayan Alcott’u anımsattı ona; ağdalı bir Bronx aksanıyla konuşan, torpido sutyen meraklısı Bayan Alcott’u. Sözcük dağarcığı testlerini toplarken yasemin kokuları saçardı sınıfa; Bayan Alcott’a karşı hep zaafı vardı.

Bu kadın, muhtemelen salgının ilk kurbanıydı. Gözlerinden aşağısı, suratın ete gömülmesiyle ortaya çıkan o karakteristik, bulaşık lekeyle kaplıydı. Sıradan bir iş gününün öğle molasında, köşedeki şarküterinin salata-barından mevsimlik spesiyalleri aldığı sırada bir New York manyağı tarafından ısırılıyor. Salgına yakalandığından habersiz, gününe devam ediyor. Derken gece titremeleri ile herkesin duyduğu ve görmemek için dua ettiği efsanevi kâbuslar başlıyor. Hayatı bir yanıt veya tuzaktan kurtuluş çaresi bulmak üzere tarayan bilinçaltının ürettiği bu kâbuslar, felaketin habercileriydi. Virüs başlangıçta bir tam gün dahi tanırdı insana. Belki yıllardır hastalık izni almadığından ertesi sabah kalkıp işe gidiyor. Sonra dönüşümü gerçekleşiyor.

Mark Spitz, bu canavarlarda ara sıra aşina bir şeylere rastlardı. Tanıdığı, sevdiği birilerini andırırlardı. Sekizinci sınıftaki laboratuvar eşi, süpermarketteki leylek kılıklı kasiyer, lise ikinin baharında çıktığı kız. Amcası. Beyni karıncalanırken zamanı şaşırmıştı. İşine bakmayı öğrenmişti öğrenmesine ama bazen, yitirdiği birilerine ait gibi görünen gözlere veya ağza takılır, derhal doğrulama çabasına koyulurdu. Karşılaştığı yaratıklarda tanıdığı veya sevdiği birilerini canlandırmanın ona avantaj sağlayıp sağlamadığından emin değildi. Teğmen’in dediği gibi, “Başarılı bir intibak” söz konusuydu. Mark Spitz -zengin piçlerinden birinin malikânesinde kamp kurdukları veya Wall Street toplantı salonlarından birinde kafaya kadar uyku tulumuna gömüldükleri sırada- bu tanıdık gelme meselesinin görevine bir nebze asalet kattığına inanmaya başlamıştı: yaptığı iş, onlara duyduğu merhametin göstergesiydi. Yaratıklar belki tanıdığı, belki pek tanımadığı veya tanışacağı insanlardı; hepsinin ailesi vardı ve kanlarına karışan hastalığın hükmünden kurtarılmayı hak ediyorlardı. O, sıradan bir haşere temizlikçisi değil, bu şeylerin yarım kalmış göçlerini tamamlamasına yardım eden ölüm meleğiydi. Bayan Alcott’u suratından vurdu ve benzerliği bir kan bulutuna çevirdi, ardından nefesi tamamen kesildi, yere yığıldı.

Şeker pembesi elbiseli yaratık üzerine atlamıştı. Marge ısrarla kolunu çekiştirmeye devam ederek dengesini bozmuş, o da diğerinin saldırısı karşısında ayakta kalamamıştı. Yaratık üstüne oturunca pencerenin başında durakladığı sırada omzuna astığı tüfek sırtına battı. Leşin keçeleşmiş, ak saçlarına takıldı gözü. Firketeler. Aptalca bir ayrıntı. Ne kadar sürmüştü acaba peruğunun düşmesi? (Bu tür durumlarda zaman, dehşete daha dramatik bir sahne sunmak adına yavaşlardı.) Yaratık yedi parmağıyla boğazına sarıldı. Diğer üç parmak mafsallarından kopuktu; herhalde mesai arkadaşlarından birinin midesindeydi. Mark Spitz yere devrilirken tabancasını düşürdüğünü fark etti.

Tepesine çöken yaratık, gerçek bir İnsan Kaynakları çalışanına yakışacak bir kararlılığa sahipti; bu iş için doğmuş, bu işle semirmişti. Salgının kişisel özelliklerine çektiği ayar, sadece bastırılmış yanlarını açığa çıkarmıştı. Mark Spitz’in çalıştığı ilk büro işine, evine uzak düşmeyen bir iş hanındaki bir muhasebe/maaş ödeme hizmetleri bürosunun koridorlarında gıcırtılı bir posta arabası itmek de dâhildi. Çocuk aklıyla binanın ruhsuz duvarlarını istihbaratın gücüyle bağdaştırmış, çalıştığı yeri askeri istihbaratla ilintili kabul etmişti. Esrar perdesi daha ilk günden aralanmıştı. Posta odasındaki herkes yaşıtıydı ve patron kendi odasına çekilir çekilmez geyiğin hasına başlanıyordu. Tek kötü yanı, İnsan Kaynakları’nın zalim müdürüydü; kadın, Mark Spitz’in evraklarında kılı kırk yarmış, her şeyin eksiksiz olmasında kötücül bir tavırla ısrar etmişti. İnsanların numaralarla, fiber-optik kablolar vasıtasıyla anlam kazanmaya yollanacak veri demetleriyle ifade edildiği bir departmana hizmet ediyordu.

“Evraklar tamamlanmadan maaş çekin işleme konamaz.” Nereden bilecekti sosyal güvenlik kartının yerini? Odası arkeolojik kazı alanı gibiydi; sırf çorap bulmak için bile kazı aletleri gerekirdi. “Sistemde değilsin. Yok olsan aynı şey.” E, felaketten sonra nereye gitmişti peki Sistem? Tepelerinde onca sene asılı durmuş görünmez yumruğun parmakları artık açıktı ve her şey o parmakların arasından kayıp gitmişti. 



(Alıntı Colson Whitehead'in Bölge Bir'inden; çeviri: Algan Sezgintüredi. Görseldeki resim Fairfield Porter'dan Union Square, Looking Up Park Avenue.)