“Çoğu insan
onları mutsuz eden koşullarda yaşayıp bunu değiştirmek için hiçbir şey
yapmıyor. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar.
Huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak
belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama
arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. Bu
yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz; her yeni gün
yepyeni bir güneşin altında doğabilir.” (Christopher McCandless’ın dostu Ron
Franz’a yazdığı mektuptan kesit)
Çoğumuzun tatil
hayalleri kurduğu ve yazı şehirde geçirmenin zaman zaman işkenceye dönüşmesi
ile uzak yerlerde olası hayatların fikriyle avunmaya çalıştığı, bunaltıcı bir
dönemdeyiz. Jon Krakauer’in gerçek bir olayın izini sürdüğü Yabana Doğru, bu
hayalleri birkaç adım öteye taşıyarak yerleşik hayata tam anlamıyla sırtını dönen Christopher McCandless’ın çarpıcı serüvenini konu alıyor.
Chris McCandless, 23 yaşında banka
hesabındaki tüm birikimlerini bir hayır kurumuna bağışladı, arabasını çölün
ortasında terk etti ve cüzdanındaki tüm parayı yakarak yola koyuldu. Otostop
çekerek, günü birlik işlerde çalışarak ve gezgin bir yaşam sürerek kendisine
dayatılan yerleşik hayat modelinden uzaklaşmayı seçmişti. “Büyük maceram”
dediği Alaska seyahatine çıkarak doğada mümkün olduğunca az malzeme ile
yaşamayı deneyecek ve kendinden başka kimseye tabi olmayacağı bir yaşamın
peşine düşecekti. Alaska’ya ayak basmasının ardından dört ay geçtikten sonra
cansız bedeni çürümeye yüz tutmuş halde bulundu. Gazetelerde epey yer bulan bu vaka, Yabana Doğru’da detaylı bir sorgulama ve araştırma
sürecinin ardından ete kemiğe bürünmüş bir inceleme olarak karşımıza çıkıyor.
Chris
McCandless’ın trajik hikâyesini kaleme alan Jon Krakauer aynı zamanda
profesyonel bir dağcı. Everest’e gerçekleştirdiği ölümcül tırmanışı konu ettiği
Everest Günlüğü’nden sonra uzun bir araştırma süreci ardından yazılan Yabana
Doğru’da Chris’in hikâyesi yazarın kendi hayatından yansımalar ve doğaya
sığınma dendi mi anmadan edemeyeceğimiz düşünürlerin epigraflarıyla besleniyor.
Thoreau, Jack London ve Mark Twain’in yanı sıra Tolstoy’un ve Pasternak’ın
sesleri de yankılanıyor bu sayfalarda. Chris’in trajik bir biçimde sonlanan
hikayesi, Krakauer’in anlatımı ve pastiş havası veren epigraflar eşliğinde
çoklu bir rezonans kazanıyor ve bireysel bir vakanın incelemesi olmaktan çıkıp
toplumsal bir değerlendirmeye dönüşüyor. Krakauer, bu gizemli ve hazin öyküyü
aydınlatırken bir yandan da insanı insan yapan nitelikleri, yani şartlara
meydan okuma güdüsünü, başkaldırıyı ve doğa ile insanın sorunlu ilişkisini
gözler önüne seriyor.
Yabana Doğru’nun
konu ettiği olayın asıl trajik yanı, seyyah hayata geçtikten sonra kendine
Alexander Süperberduş adını veren Chris McCandless’ın ardında bıraktığı ve
yokluğunda asla çözülemeyecek bir gizem barındırıyor olması. Yanına yiyecek,
pusula ya da harita almadan doğanın en çetin koşullarının hüküm sürdüğü bir
bölgede yaşamaya giden birini ölümüne susamış olmakla ya da düpedüz çılgınlıkla
itham etmek işin kolayı elbette. Ancak kitabın bütününü ibresi Chris’e dönük
bir pusula gibi şekilleyen ve Chris tarafından alınmış notlar ile günlüğünden
ve yollarda tanıştığı dostlarına gönderdiği mektuplardan parçalar, bu genç
adamın ölmeye değil aksine yaşamın tam kalbinde bir yerlerde doğanın nabzıyla
beraberce atmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Jack London’a ve Herman
Melville’e gönderme yaptığı yazılama, Chris’in onu ölüme götürecek yolculuğa
neredeyse çocuksu bir coşkuyla çıktığının kanıtı: “Atakanının güçlü canavarına
selam olsun! Kaptan Ahab’a da! – Alexander Süperberduş.”
Tek ihtiyacımız
olanın alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama
adım atmamızı sağlayacak cesaret olduğunu söyleyen Chris McCandless’ın
serüveninin genç yaşta ve kendi seçtiği koşullar altında sonlanmış olması
düşündürücü elbette. Ancak McCandless’ın çarpıcı öyküsünün, hayatlarını
metropollerin puslu ve suni ortamlarına gömmüş ve ezberlenmiş kaçış hayalleriyle
avunan bizlere söyleyecek yine de pek çok şeyi var.
(Yazı epey eski, yazdığım tarihte filmin henüz çıktığını ve bunca popüler olmadığını hatırlıyorum. Bugün bu kitaptan bahsedecek olsam çok daha farklı bir açıdan ele alırdım sanırım. Eddie Vedder'ın Society'sini es geçmeyin bu arada, altta.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder