I
“Estha dünyada
pek küçük bir yer kaplıyordu.”[i]
Gerçeklerin kimi
zaman- ya da çoğu zaman- kurmacadan daha tuhaf olduğu malum; hoş, tuhaflık yarıştırmanın
veya tutup, hele de bu devirde, gerçekliğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığını
saptamaya çalışmanın sonu yahut manası yok. Onun yerine söze, tuhaf ama gerçek olup
anlatma edimiyle hikayeye dönüşen bir şeyle başlayacağım: Denen o ki, edebiyat
tarihinin en soğukkanlı katillerinden biri olan Tom Ripley’nin yaratıcısı Patricia
Highsmith, hayatının bir noktasında üç yüz kadar salyangoz besliyormuş. Onları
beslemekle kalmayıp çoğu zaman yanında da taşıyan yazarın davet edildiği yemekli
toplantılarda çantasını açarak içinden salyangozlarından birini çıkarıp
yanındakilere göstermesi, hatta kimi zaman bu canlıları bedenine yapıştırmış
halde bir yerlere gitmesi hiç de olağan üstü sayılmazmış. Salyangozları birkaç
öyküsünde de konu eden Highsmith, eğer bugün yaşasaydı ve çağın gereklerince
eserleri ya da yaşam öyküsü hakkındaki yegane otorite olarak ona uzatılan mikrofonlara
bir şeyler anlatsaydı, bu tutkusunu, hakkında biyografiler kaleme alanlardan
daha yetkin bir biçimde açıklayabilir, bu canlılara duyduğu ilginin
tohumlarının nasıl atıldığını, salyangozların ona ne ifade ettiğini ve kim
bilir, belki bunlardan çok daha fazlasını ifşa edebilirdi, tabii eğer
isteseydi. Gelgelelim bizler, şimdi, yazarın yokluğunda kendi hikayelerimizi
uydurmakta, salyangozların şu ya da bu niteliğinin, hatta kim bilir, onları geride
her daim iz bırakmaya mahkum eden tabiatlarının polisiye yazarına cazip gelmiş
olabileceğine dair türlü iddia ortaya atmakta özgürüz; zira bundan sonrası artık
bizim hikayemiz.
Tek bir salyangoz
kabuğu ki tüm evreni kapsıyor ve hikayeler anlatmakla bitmiyor.
II
“Onlara hikaye
uydurmaktan vazgeçtim.”[ii]
Anlatılan iyi bir
hikaye ise eğer, yaşanmış yahut kurmaca olması neyi değiştirir? Teoride fark
olmaması gerekir ama işin iç yüzü öyle değil: Paketlenmiş gerçeklerin, hele de
acı, yürek burkucu, hazin gerçeklerin, kurmaca okuru diye nitelenen kitlenin
dışında kalan bir gruba hitap ettiği ve normalde kitap okuru sayılmayan bu
kişileri kitabevlerine çektiği tecrübeyle sabit. 2007 yılında Bookseller, bilhassa o dönemde listeleri
kasıp kavuran gerçek çilelere dair bu nevi kitaplar için bir janr uydurmuş:
Sefalet edebiyatı, nam-ı diğer misery-lit.
Edebiyat yanıltıcı olmasın; bu terimle kasıt, yaşamı boyunca türlü zorluklara
göğüs germiş bireylerin kaleme aldığı, “sefalet anıları” diye de bilinen otobiyografik
metinler; tacizin gölgesinde geçen bir çocukluğu, kanser ya da türlü zorlu
hastalıkla mücadeleyi, bir yakının acı kaybıyla baş etme öyküsünü veya
bağımlılıkların, akıl hastalıklarının, yeme bozukluklarının pençesinde
çırpınışları konu alan ve sayfaları gözyaşları eşliğinde çevrilen, yürek
parçalayıcı kitaplar. Anlayacağınız, okura bir başkasının kederine sığınma
fırsatı tanıyan ve can yakan, yaşanmış hikayeler; İngiltere’nin önemli
zincirlerinden Waterstone’s’un kategorilerine bakılacak olursa Acı Dolu
Yaşamlar rafında bulabilecekleriniz.
Ne kadar gerçek o
kadar iyi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder