29 Eylül 2010 Çarşamba

Çocukluğun yoksunluğu


Bana garip gelen pek az şey kaldı artık.

Koltuğa bakıyor ve Tabitha’yı düşünüyorum. Üstünden fazla geçmedi; bacakları benimkilerin üstünde, koltukta oturmuştuk. Öyle dolanmıştık ki birbirimize, kıpırdar, kalkar korkusuyla nefes alamaya bile çekinmiştim. İçimde şaşırtıcı ve beni yutacağa benzer bir sıcaklıkla özlüyorum onu. Daha yeni hafta sonunu geçirmek için benimle buradaydı ve evden neredeyse hiç çıkmadık; yaptığımız yetiştirilişimize taban tabana zıt ve pek ahlâksızcaydı. O da Amerika’ya, Seattle’a Kakuma’daki mülteci kampından gelmişti ve işte, aynı kampta büyümüş biz iki çocuk, yıllar sonra bu odada, bu koltukta, Amerika’daydık ve nereden nereye geldik ve gelecekte ne var diye kafa patlatıyorduk. Baş ve işaretparmaklarını pazımın etrafında birleştirebildiğini gösterirken sıskacık kollarımda kıkırdamıştı. Ama yapabileceği veya söyleyebileceği hiçbir şey ne alınmama yol açardı ne de sevmekten vazgeçmeme… Atlanta’ya beni ziyarete gelmişti ve gelmesi, önemli ne varsa hepsini söylemeye yeterliydi. Üzerinde önceki gün DeKalb Alışveriş Merkezi’nden onun için aldığım pek dar pembe tişört, koltuğumdaydı. Ünleminin noktası rolündeki yıldızı ve soldan sağa salınan pırıltılı gümüş harfleriyle, 'Alışveriş Benim Tedavim!' yazıyordu tişörtün üzerinde. O tişört üstündeyken yanına oturmak sarhoş ediciydi; Tabitha’yı sevişimde nihayet erkek olmuşum gibi kendimi yetişkin hissettiren bir şey vardı.

Onunlayken çocukluğumdan, çocukluğumun yoksunluğundan ve felaketlerinden kaçabileceğimi hissediyordum.

(Ne Nedir, Dave Eggers. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Düşleyerek yaratmak

Bir süredir bu sayfalarda bahsettiğimiz Ne Nedir'in bol ödüllü yazarı Dave Eggers, geçtiğimiz hafta ödüllerine bir yenisini ekledi ve bu kez Dayton Edebiyat Barış Ödülü'ne layık görüldü. Eggers'ın adını gelecekte de sık sık duyacağız, orası kesin.

Ne Nedir'in çıkış noktası olan Dinka yaratılış mitinden burada bahsetmiş, Dinka inanışına göre tanrının önce erkek ve kadını yarattığını, ardından ise yaşamlarını refah ve kestirilebilir bir düzen içinde geçirmeleri için onlara sığırı sunduğunu söylemiştik. Dinka tanrısı pek çok diğer tanrının da yaptığı söylendiği üzere ilk insanları bir sınava tabi tutmuş ve onlara sığırı seçmezlerse 'Ne'yi seçebileceklerini, ancak 'Ne'nin ne olduğunu söyleyemeyeceğini belirtmiş inanışa göre. (Burada kitapların açtıkları bazı pencerelerden dünyaya bakıyoruz, çabamız bu; Ne Nedir'in ismi bu hikayeden türese de konusu değil irdelediğimiz, onu belirtelim.) Yaratılış mitleri toplumların dünya algılarına dair pek çok unsura ışık tuttukları gibi, varyasyonları arasındaki farklara rağmen insanın evrensel boyutta bir yaşamı anlamlandırma çabası güttüğünü göstermeleri açısından da dikkate değer aslında. Ve hayat giderek bölünür, anlamlı bir bütün olmaktan çıkıp bağımsız fragmanlara dönüşürken; algının bu denli fazla bilgiyle sınanmadığı zamanlarda insan zihninin yaratıcılığına dair kafa yormak açısından idealler. İşte, Venezuela'nın Makiritare yerlilerinin yaratılış miti - böylelikle pek sevdiğimiz yaratılış mitleri temalı yazılarımızı da yeni bir pencere açana değin sonlandırıyoruz:

"Kadın ve adam, Tanrı'nın onları düşlediğini düşledi. Tanrı onları düşlerken şarkı söylüyor ve marakasıyla ritim tutuyordu; tütününün dumanı içine gömülmüştü, hem mutluydu hem de kuşku içindeydi. Tanrı'nın yiyecek düşlediği zaman toprağın verimli olduğunu ve yiyecek olacağını biliyorlardı. Tanrı yaşam düşlerse doğacağını ve doğurtacağını biliyorlardı. Kadın ve adam Tanrı'nın düşünde büyük, parlak bir yumurta belirdiğini düşlediler. Yumurtanın içinde dans edip şarkı söylediklerini, doğma arzusuyla yanıp tutuştuklarını gördüler. Tanrı'nın düşünde mutlu olduğunu ve mutluluğunun duyduğu kuşkuya ağır bastığını hayal ettiler. Düşünde onları gören Tanrı, onları yine düşleyerek yarattı ve şarkısıyla şunları söyledi: "Ben bu yumurtayı kırarken kadınla erkek doğacaklar. Beraber yaşayıp ölecekler. Sonra yeniden doğacaklar. Doğacaklar ve ölecekler ve yine doğacaklar. Hep yeniden doğmayı sürdürecekler çünkü ölüm bir yalan."

Serbest çağrışımlara meyilli olmamız dolayısıyla bu yazıyı Küçük İskender'in dizeleriyle noktalayalım öyleyse ve düş görmeye, düşlerle yaratmaya devam diyelim: "İnan bana gülüm, ölüm yok bir tek! Ölüm yok bize!/ Ölüm inananlar için sessizce/ Kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..."

Güzel bir hafta geçirmeniz dilekleriyle...

24 Eylül 2010 Cuma

Tek pişmanlık

Yoğun geçen bir haftanın sonunda, ekim ayı kitaplarının hazırlıkları sürerken, sizlerle paylaşacağımız birkaç güzel haberimiz var. Haftaya iki sevindirici haberle başladık. Newsweek Türkiye dergisi 'Türkiye'de Umut Veren Yüz Şey' listesine Siren'i dahil etmiş; aynı gün Dave Eggers'ın bu sayfalarda bir süredir bahsettiğimiz kitabı Ne Nedir, idefix'te gördüğü ilgi dolayısıyla bir numaraya kadar yükseldi. Eggers, ülkemizde yeni yeni tanınsa da üretken ve sıradışı bir figür; Ne Nedir'in çıktığı ilk günden bu yana gördüğü büyük ilgi bizleri çok sevindirdi. Önümüzdeki haftalarda Eggers ile ilgili bazı sürprizlerimiz de olacak, bizleri takip etmeye devam edin.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Gölgede yaşamak

Bu lafın ardından, Julian, yanağıma bir annenin dokunduğu gibi dokundu ve ürperdim. Kemiklerim boşaldı ve yere yatıverdim. Kadının karşısında sarsılıyor, inliyor, yumruklarımla yaşları gözlerime geri sokmaya uğraşıyordum. Böyle bir şefkate, böyle bir iyiliğe nasıl tepki vereceğimi unutmuştum, bilmiyordum artık. Kadın beni bağrına çekti. Aylardır kimse el sürmemişti bana. Annemin gölgesini, içinden gelen sesleri dinlemeyi özlemiştim. Ne kadar uzun süredir soğuk hissettiğimi hiç fark etmemiştim. Kadın bana gölgesini verdi ve evime, yuvama geri dönene kadar o gölgede yaşamak istedim.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Sessizce anlatmak


"Bu ülkeye geldiğimde sessiz öyküler anlatıyordum. Öyküleri bana yanlış yapanlara anlatıyordum. Birisi tutup kuyrukta önüme geçtiğinde, beni görmezden geldiğinde, omuz attığında veya iteklediğinde gözlerimi dikiyor, sessizce öykümü tıslıyordum. Anlamıyorsunuz, diyordum. Gördüklerimi bilseniz ıstırabımın üzerine bir şeyler eklemeye kalkmazdınız. Ve o kişi görüş alanımdan çıkana dek neredeyse çiğ denecek fil eti yedikten sonra ölen Deng’i veya Arap atlılarının alıp götürdüğü ve yaşıyorlarsa satıldıkları adamlardan çoktan çocuk yapmış ikiz kız kardeşler Ahok ve Awach Ugieth’i anlatıyordum... Aklınız alıyor mu bunu? Kişiyle konuşmam bittiğinde öyküme devam eder; havaya, göğe, dünyadaki bütün insanlara ve göklerde dinleyen kim varsa ona anlatmayı sürdürürdüm... Hâlâ anlatıyorum ve artık sadece bana yanlış yapanlara değil, herkese anlatıyorum. Uyanık ve nefes aldığım her an öyküler fışkırıyor içimden ve herkes onları duysun istiyorum... Sessizce de olsa, had safhada güçsüz de olsa öykülerimi dünyaya anlatmak hem görevim hem hakkım.”

(Ne Nedir, Dave Eggers. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

Gözün tam önünde olanı yok saymak mümkün mü?

17 Eylül 2010 Cuma

Kitabın tadı



KİTABIN TADINI ÇIKARMAK İÇİN KURAL VE ÖNERİLER:


1. Önsözü okumanız için pek önemli bir neden yok. Gerçekten. Önsöz esasen yazarın kendisi ve bu kitabın geri kalanını okuyup bitirdikten sonra her nedense hevesle okunacak başka bir şey arayanlar için yazılmıştır. Eğer önsözü çoktan okuduysanız ve keşke okumasaydım diyorsanız, bizi affedin. Daha önce söylememiz gerekirdi.

2. Teşekkür faslını okumanın da kayda değer bir önemi yok. Basılmadan önce kitabı okuyan birçok kişi (bkz: s. 42) teşekkür bölümünün kısaltılmasını ya da tamamen çıkarılmasını önerdi ama yazar onlara boyun eğmedi. Bu bölüm de olay örgüsüne önemli bir katkıda bulunmuyor. Bu yüzden, tıpkı önsöz gibi, teşekkür bölümünü de çoktan okuduysanız ve keşke okumasaydım diyorsanız, bizi affedin. Bu konuda bir şeyler söylememiz gerekirdi.

3. Zamanınız kısıtlıysa İçindekiler bölümünü de atlayabilirsiniz.

4. Aslında çoğunuz kitabın ortalarından epeyce kısmı, tam olarak belirtmek gerekirse Bölüm 7-9 arasını da atlayabilirsiniz çünkü bu sayfalar yirmili yaşlarının başında bulunan ve yaşadıkları kendilerine pek enteresan görünmüş olsa da, hayatlarını ilginç bir hale sokmanın çok zor olduğu insanlarla ilgilidir.

5. Doğrusu, aranızdan bazıları ilk üç ya da dört bölümün tümünü okuma zahmetine katlanmak isteyebilir. Böylece 179. sayfaya kadar gelirsiniz ki bu da epeyce okuduğunuzu gösterir; güzel bir kısa roman okumuş kadar olursunuz. Bu ilk dört bölüm tek bir ana konu etrafında dönen başa çıkılabilir bölümlerdir, oysa kitabın geri kalanı için bunu söylemek hiç kolay değil.

6. O noktadan sonra kitap karmakarışık bir hal alıyor.


Bu mecrada bir süredir bahsettiğimiz Dave Eggers, çağdaş yazının en ilgi çekici ve yaratıcı figürlerinden biri. 1970 doğumlu yazar, McSweeney’s bağımsız yayınevinin kurucusu olduğu gibi, dergici, yayıncı ve editör kimlikleriyle de tanınıyor. Senelik Okumanız Gerekmeyenlerin En İyileri antolojilerinin de arkasındaki isim olan Eggers, hayat hikayesinden yola çıkarak yazdığı Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser adlı kitabıyla satış rekorları kırmış ve Pulitzer’e aday olmuştur. Eggers, ayrıca The Believer, McSweeney’s Quarterly Concern, The Wholpin dergilerini çıkartmakta, The New Yorker, Esquire ve Ocean Navigator gibi mecralarda yazılar yazmaktadır. Sam Mendes filmi Away We Go ve Spike Jonze projesi Where The Wild Things Are’ın senaryo yazarı da olan Eggers, 2008 yılında kendi kurduğu 826 Valencia adlı vakfın yenilikçi projelerinden ötürü TED ödülüne de layık görülmüştür. Resimdeki kişi, Eggers'la uzaktan yakından alakası olmayan ama işini büyük bir hazla yapan efsane antropolog Franz Boas. Yukarıdaki pasaj, Duygu Günkut'un Türkçeleştirdiği Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser'in girişinden. Yazarın bol ödüllü yeni kitabı Ne Nedir, geçtiğimiz haftalarda da duyurduğumuz üzere Algan Sezgintüredi çevirisiyle taze taze raflarda şimdi...

15 Eylül 2010 Çarşamba

Kurgu nedir?

Geçtiğimiz hafta blogumuzu takip ettiyseniz, Dave Eggers'ın Ne Nedir'inden bahsettiğimiz yazılara rastlamış olabilirsiniz. Ne Nedir, gerçek bir öyküyü kurgusal biçimde sunan bir roman. Gazetecilik geçmişi de olan Eggers, Valentino Achak Deng'in öyküsünü romanlaştırırken kurgusal unsurlardan yararlandığını inkar etmemekle birlikte; başka yolu olmadığını, kimsenin hafızasının günbegün kayıt yapmadığını belirtmiş ve öyküyü ancak kurgusal detaylarla roman formatına çekebildiğini söylemiş. Nesnel gerçekliklerin öznel yorumlar karşısında gücünü yitirdiği bir çağda, Eggers'ın kurgusal yaklaşımı romanda konu edilenlerin gerçekliğinin sorgulanmasına yol açmıyor oysa ki. The Guardian'ın haberine göre, Başkan Obama Ne Nedir'i okumakla kalmamış, ayrıca beraber çalıştığı tüm asistanların da okumasını şart koşmuş. Kurgusal unsurları olan bir biyografiyle parlamış olan Eggers'ın, kurgu ve gerçeği ayıran çizgi üzerinde gidip gelirken bu denli ilgi görmesi, belki de hayatlarımızın artık iyiden iyiye nesnel içerikten öznel söyleme doğru kaydığının, algılarımızın da bu doğrultuda şekillendiğinin göstergesi. Eggers'a yazılmış olan hangi romanı yazmak isterdiniz diye sorulduğunda (ki kendi içinde oldukça postmodern bir soru, kasıta bağlı olarak) Saul Bellow'un Herzog'unu seçmiş. Amerikan edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden Saul Bellow, yazarın kendi kişisel tecrübesi ile beslenmemiş bir şeyleri başarılı bir biçimde hikayeleştiremeyeceğini savunan bir yazar. 1915 doğumlu Bellow'un dünyasının, 1970 doğumlu Eggers'ınkinden katbekat farklı olduğu tartışma götürmez, ancak bu iki kalemin kurgu ve gerçeğin dostluğunda buluşmaları da dikkate değer. Her kitabın bir diğerine uzanabilecek bir noktasını arayıp bulmak, ayrıca cazip; bu birbirine hiç benzemeyen iki yazarı böylelikle bağlayalım ve Bellow'u Özde Duygu Gürkan çevirisiyle İletişim Yayınları'ndan çıkan Herzog'dan bir alıntıyla analım: "Bütün hayatını düşündüğünde her şeyi yanlış yaptığını fark etmişti, her şeyi. Hayatı, tabiri caizse, mahvolmuştu. Ama zaten başından beri pek de matah olmadığından kederlenmesini gerektirecek çok bir şey yoktu. Nahoş kokulu kanepenin üzerinde geçmiş yüzyılları -19.,16., 18. yüzyılları- düşünürken en sonuncusundan sevdiği bir deyiş aklına gelmişti: Keder, Bayım, aylaklığın bir türüdür.*"

13 Eylül 2010 Pazartesi

Sonuçta, sen kaybedersin

Woody Allen'ın tüm eserleri serisinin son halkası Eğrisi Doğrusu'nun hazırlıkları sürerken, sanatçının epey tepki almış olan meşhur bir beyanatıyla başlıyoruz haftaya. Allen, Spiegel dergisiye yaptığı söyleşide bir yönetmen olarak siyasi duruşuna yönelik soruyu şu şekilde cevaplamış.

(Filmlerimde siyasi olaylara tanık olamazsınız) çünkü politikayı ve dünyada olup biteni bir sanatçı olarak ilgilenmemi gerektirecek ölçüde derin bulmuyorum. Bir sinemacı olarak 11 Eylül ilgimi çekmiyor. Perspektifinizi geniş tutarsanız eğer, bu gibi olaylar çok minik kalıyor tarihin bütününde. Tarih boyunca olan şudur: o beni öldürür, ben onu öldürürüm. Sadece aksesuarlar ve aktörler fark eder. 2001'de bazı fanatikler Amerikalıları öldürdü, şimdi de bazı Amerikalılar Iraklıları öldürüyor. Ben çocukken Naziler Yahudileri öldürmüştü. Şimdi de bazı Yahudiler ve bazı Filistinliler birbirlerini öldürüyor. Siyasete bin yıllık bir çerçevede bakılırsa gelip geçici olduğu anlaşılır. Tarih sürekli tekerrür eder.

Bu beyanatıyla eleştirilerin hedefi olan Allen, daha önce de şunları söylemiş:

Hayat, çoğunlukla trajiktir. Doğarsın, nedenini bilmezsin. Buradasındır, nedenini bilmezsin. Gidersin, ölürsün. Ailen ölür. Dostların ölür. İnsanlar acı çeker. İnsanlar sürekli korku içinde yaşar. Dünya fakirlikle, çürümeyle, savaşla, Nazilerle ve tsunamilerle dolar taşar. Sonuçta, en sonunda, sen kaybedersin. Bunu yenemezsin.

Bir komedyen için oldukça karanlık sözler bunlar; ama Allen'ın varoluş karşısında duyduğu dehşetle motive olduğu ve ürettiği söylenebilir sanıyorum. Yukarıdaki resim Manhattan'dan, Meryl Streep Allen'a fena bozulmuş gibi durmakta. Eğrisi Doğrusu, çok yakında.

10 Eylül 2010 Cuma

Nedir bu Ne

Ne Nedir?

a)Dave Eggers'ın 2009 Prix Medicis ödüllü romanının adı.

b)Bilinmez ve karanlık yaşam yollarında bizleri bekleyen potansiyel tehlikelerin tümü; örneğin yanılgılar, saldırmaya hazır aslanlar, gökten yağan bombalar.

c)Cevabı olmayan bir soru cümleciği.

d)Hepsi.

Anketimize yanıt veren takipçilerimize bazı güzellikler düşünüyoruz. Ayrıca, eğer bizler gibi anket sevmeyen, hele şıklı sorular karşısında fenalık geçiren bünyelerdenseniz, yanıtlarınızı şıklara tabi olmadan düzyazı biçiminde de geçebilirsiniz.Pazartesiye değin cevaplarınızı bekliyoruz.

Evet, başlayalım!

8 Eylül 2010 Çarşamba

Ne Nedir?

Dinka yaratılış miti(Afrika): "Başlangıçta Tanrı erkeği yarattı ve onu uzun ve güçlü kıldı. Ardından kadını yarattı ve onu toprak üzerindeki her şeyden daha güzel yaptı. Ve sonra şöyle dedi: "Artık burada, elimdeki en kutsal ve verimli topraktasınız; size bir şey daha verebilirim. Size, sığır denen bu yaratığı verebilirim…” Tanrı insana sığır fikrini gösterdi ve sığır, muhteşemdi. Her yönüyle tamı tamına isteyecekleri gibiydi. Adam ve kadın Tanrı’ya bu armağan için teşekkür ettiler çünkü sığırın onlara et, süt ve her türlü refah vereceğini biliyorlardı. Ama Tanrı’nın sözü daha bitmemişti.“Armağanım olarak ya bu sığırları alabilirsiniz ya da Ne’yi,” dedi. İlk insanlar hemen Ne'nin ne olduğunu sordular. Tanrı onlara, “Söyleyemem,” dedi. “Gene de seçmeniz gerek. Ya sığır ya Ne.” Peki, öyleyse. Adamla kadın sığırla huzur içinde yaşayacaklarını ve beslemeleri halinde sığırın onlara sütünü vereceğini, her sene çoğalacağını ve onları sağlıklı ve mutlu kılacağını bildiler. Yani ilk adamla ilk kadın bu Ne fikri uğruna sığırı pas geçmenin enayiliğe gireceğini gördüler. Böylece adam, sığırı seçti. Ve Tanrı bunun doğru karar olduğunu gösterdi. Çünkü Tanrı, insanı sınıyordu. Verilene şükredip edemeyeceğini, önüne konan ödülü bilinmeyenle değişmek yerine ondan haz alıp alamayacağını görmek için sınıyordu. Ve ilk insan bunu görebildiği için Tanrı refaha ermemize izin verdi. Dinkalar, sığırlar yaşadıkça ve büyüdükçe yaşayıp büyüdü."

Peki neydi Ne? Sığır değildi tamam da; neydi peki? Bilinmez olan neydi? Yaşamın kaosu içinde savrulurken, hayatın kestirilemez biçerdöverleri ısrarla ve kati biçimde tüm plan ve tasarılarımızı savururken merak etmemek mümkün mü? Ya da şöyle diyelim; insan olmak demek, ister Dinka ister başka bir toplumda, bizi bilinmezlikte nelerin beklediği karşısında ortak bir dehşet paylaşmak değil mi? Hepimizin hayatları 'Ne'nin bilinmezliği etrafında dönmüyor mu? 21.yüzyılda yaşam, hemen her yerde, uzun yıllardan beridir ortalıkta olan yaratılış mitlerinin naifliğinden çok uzak artık, ve cevaplar tanrılarda değil, kişinin kendisinde.

Ne Nedir, çok yakında, tüm kitapçılarda.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Önce 'Ne' vardı?

Fizikçi Stephen Hawking, geçtiğimiz hafta “Nasıl ki Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirdi, yeni fizik teorileri de evrenin oluşumu konusunda yaratıcının rolünü gereksiz kılmıştır,” beyanatıyla gazetelerde boy gösterdi. Hawking bir süre önce de uzaylılar ve uzaylılara dair spekülasyonlarıyla gündeme gelmişti, hatırlarsanız. Zaman içerisinde farklı kültürlere baktığımızda, yaratılışa dair çeşit çeşit ve benzersiz anlatı bulmakla beraber, insanlıkta evrensel denebilecek bir varlığı anlamlandırma çabası görüyoruz. Yaratılış mitleri ve kosmoloji; insanın eli ayağı değen her toprakta anlatılara temel oluşturuyor. Bilimsel öğretilerin dinsel ve folklorik inançlarla buluştuğu nokta; insanın yeryüzündeki büyük serüvenini başlangıçtan itibaren kendi içinde tutarlı bir anlatı olarak sunmalarından geçiyor.

Bir Maya yaratılış miti: Başlangıçta sadece Tepeu ve Gucumatz var idi. Bu ikisi beraber yaşarlardı. Ne düşünürlerse gerçekleşirdi; dünyayı düşündüler, oldu. Dağları düşündüler, dağlar oldu. Ağaçları düşündüler, gökyüzünü düşündüler, hayvanları düşündüler; hepsi oldu. Ama bunların hiçbir onlara tapmıyor, onları yüceltmiyordu; böylelikle çamurdan daha farklı canlılar yarattılar. Ama yağmur yağınca çamur eridi, tahtadan yaptılar ama onlar da ıslanınca bozuldu. Bunun üzerine büyük bir sel yarattılar ki her şeye sıfırdan başlayabilsinler... Sonunda Dağ Aslanı, Coyote, Papağan ve Karga'nın da yardımıyla 4 yeni varlık yarattılar ve hayat buradan devam etti.

Parmenides varlığın yaratıcısının Afrodit, ilk yaratılanın da aşk yani Eros olduğunu savunur. Pawnee yaratılış miti, insanların sabah yıldızı ve akşam yıldızının cilveli aşk kovalamacalarından birinden sonra dünyaya geldiğini ve yaşamın buradan devam ettiğini anlatır.

Yaratılış mitleri, kültürlerin ve toplumların işleyişlerindeki önemli unsurları ifşa ettiklerinden dolayı da önem taşırlar. Tanrılar hangi karakterde olursa olsunlar, insanlarının ihtiyaçlarına göre kurgulanmışlardır. O zaman, başlığa dönelim ve soralım önce Ne var idi? Ya da şöyle; Ne Nedir?

Devamı çarşamba gününe...

3 Eylül 2010 Cuma

Hayatım roman

Kurgu ile gerçeği ayıran şey nedir? Bilmek mi? Yaşamak mı? Bir roman okuduğunuzda ya da film izlediğinizde hissettikleriniz, gazetede gördüğünüz bir üçüncü sayfa haberini okuduğunuzda ya da gündüz kuşağında izlediğiniz bir 'reality show'da anlatılan 'gerçek' yaşam öykülerini duyduğunuzda hissettiklerinizden farklı mı sizce? En başa dönüyoruz; gerçek ile kurguyu birbirinden ayıran ne?

Dave Eggers, yarı kurgu yarı gerçek romanı Ne Nedir'de küçük bir çocuğun Afrika topraklarında zorlu şartlar altında tek başına hayatta kalma mücadelesini, Amerika’da oyunu kurallarıyla oynamayı öğrenmeye çabalayan bir mültecinin tosladığı duvarları ve bizler bakmazken dünyada olup biten kimi felaketleri Valentino Achak Deng’in üzerinden anlatıyor. Gerçek bir yaşam öyküsünü romanlaştıran Eggers, beş yıla yakın bir süre boyunca Valentino ile vakit geçirip anılarını kaydettikten sonra onun öyküsünü kurgulayarak aktarmayı seçmiş. Genelde etrafındakilere kendi kitaplarını okumalarını önermekten utandığını söyleyen Eggers, Valentino'nun öyküsü Ne Nedir'in herkes tarafından okunması gerektiğinde ısrarlı. Önceki kitabı Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser'de kendi biyografisini bir çeşit yeni çağ solipsizm eleştirisi çerçevesinde sunan yazar, bu defa bambaşka bir şey deniyor. Bir kısmı Datça'da yazılan roman, salt gerçek ile kurgu arasındaki çizginin cazibesi üzerine kafa yormak için bile okumaya değer. Hayatım roman derler ya hani, biraz öyle...

Dave Eggers'ın yeni kitabı Ne Nedir, çok yakında...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Gizli aşk

“Olay şu: Bu dolapta senin yanına bir roman bırakıp dolabın kapağını kapatır, tepesine de üç kez vurursam, o kitabın içine girersin.”

Kugelmass, inanmadığını göstermek için sırıttı.

...“Sadece roman da değil. Öykü olur, oyun olur, şiir olur. Dünyanın en iyi edebiyatçılarının yarattığı en şahane kadınlarla tanışabilirsin. İçinden kim geçiyorsa. Gücünün yettiği kadar takılırsın artık. Yeter dediğinde de bana sesleniver, göz açıp kapayıncaya kadar çıkartırım seni.”

“Persky, yakın zamanda akıl hastanesinde bulundun mu?”

“Ciddiyim diyorum sana,” dedi Persky.

Kugelmass hâlâ kuşkuluydu. “Yani evde yaptığın şu uydurma dolap bana böyle maceralar mı yaşatacak?”

“İki onluğa patlar.”

Kugelmass cüzdanını çıkardı. “Görmeden inanmayacağım ya, neyse,” dedi.

Persky paraları cebine tıkıştırdıktan sonra kitaplığına döndü. “Kiminle tanışmak istersin bakalım? Rahibe Carrie? Hester Prynne? Ophelia? Saul Bellow’un yazdığı biri de olabilir. Temple Drake’e ne dersin? Gerçi senin yaşında adamı biraz zorlar.”

“Fransız olsun. Bir Fransız kadınla aşk yaşamak istiyorum.”

“Savaş ve Barış’taki Nataşa’ya ne dersin?”

“Fransız dedim. Buldum! Emma Bovary olur mu? Tam bana göre biri.”

“Nasıl istersen Kugelmass. İşini bitirdiğinde sesleniver.” Persky, Flaubert’in romanını dolaba koydu.

“Güvenli bir numara mı bu?” diye sordu Kugelmass, Persky kapakları kapatırken.

“Şu çılgın dünyada güvenli bir şey kaldı mı?” Persky, dolabın tepesine üç kez vurdu ve kapakları tekrar ardına kadar açtı.

Kugelmass kaybolmuştu. Aynı anda, Charles ve Emma Bovary’nin Yonville’deki evlerinin yatak odasında buldu kendisini. Karşısında, ona arkasını dönmüş, yatağı toplayan güzel bir kadın vardı. İnanamıyorum, diye düşündü Kugelmass, doktorun yanıp tutuşan karısı karşımda. Tekinsiz bir durum. Ben buradayım. Kadın da o.

Emma, arkasını döndüğünde sıçradı. “Aman Tanrım, beni korkuttunuz,” dedi.

“Kimsiniz kuzum?”

Romanın çevirisindeki özenli dille konuşuyordu.


(Yan Etkiler, Woody Allen. Çeviren: Sıla Okur.)