Yazar, nasıl
yazar? Yeni çağın, özetlere ve kısa yollara düşkün kültürümüzün bir tezahürü
olsa gerek, siz de rastlamışsınızdır, yazmanın sayısız kuralını listelemeyen,
nasıl yazılır başlıklı maddeler kaleme almayan yazar kalmadı neredeyse. Bazısı
birer hazine niteliğindeki bu listelerin kimlere, hangi hususta yol gösterdiği
tartışmaya açık, fakat yazmanın doğasına dair diyalog mecrasını bir nebze genişlettikleri
söylenebilir. W. Somerset Maugham’ın, “Yazmanın üç kuralı var; ne yazık ki
kimse ne olduklarını bilmiyor,” beyanatından Hemingway’in, “tek yapmanız
gereken, daktilonun başına geçip kan dökmeye başlamak” açıklamasına varana
değin yazarların nasıl yazılacağına dair düsturları, bu edimin tekniklerinden
ziyade görüş bildirenlerin dünyaya bakışına dair ipuçları sağlamaları açısından
ilgi çekici. Yazmanın kuralları hakkındaki listelerin, çağın sıklıkla anılan bir
diğer illetine, Boş Sayfa Sendromu ya da Yazar Tıkanıklığı diye adlandırılan
yazamama haline derman olduklarını sanmasam da, bütün bu kuralların,
tavsiyelerin, ritüel ve tekniklerin, yazı kültürüne dair arşivi genişlettikleri
su götürmez. Kurallar, ister mizahi bir dille kaleme alınmış ve yazma eylemiyle
dalga geçer nitelikte, ister bütün ciddiyetleriyle kalp, beyin, klavye
arasındaki o dolambaçlı rotayı yol işaretleriyle bezemeye niyetli olsunlar, boş
sayfa karşısında kalakalmanın dehşetini esas alıyor. O dehşet ki, tecrübe
edilme ve paylaşılma biçimleriyle, içinde yaşadığımız çağın dayattığı kimi kati
ilkelerle de perçinleniyor: verimlilik, devamlılık, üretkenlik.
Yazarın tıkanma,
yazamama kabusuna dair düşülmüş en eski notlardan biri, Samuel Taylor
Coleridge’in günlüklerinde yer alıyor; Coleridge, 1804 yılında, otuz ikinci
doğum gününü kutladıktan sonra şöyle yazmış: “Bir yılın tamamı, ancak bir aya
denk üretim ile geçti – Ah, keder, utanç... Hiçbir şey yapmadım!”[i]
Verimlilik dayatmasının kişisel ve çevresel itkilerden kaynaklandığına
yorabileceğimiz, zamanın bugünküne kıyasla henüz dört nala akmadığı, Boş Sayfa
Sendromu ya da tıkanma gibi terimlerin icat edilmemiş olduğu bir çağda kaleme
alınmış olsalar da, bugün, bizlere hiç de yabancı sayılmayacak bir ruh halinin
dışavurumu bu satırlar...
Yazarın salt toplumsal ve kişisel itkilerle değil,
endüstriyel birtakım yükümlülüklerle de ezildiği bu günlerdeyse, boş sayfanın
ağırlığı ile doğru orantılı olarak artan yazarın çilesi, her zamankinden farklı
boyutlar içeriyor.
(...)
[i] The
New Yorker, “Blocked.”
(Boş sayfayla baş etmenin on kuralını yazdım desem de inanmayın, zira yazmadım. Devamı, Istanbul Art News Edebiyat'ın Ocak sayısında; Stephen King'den Jonathan Safran Foer'e, boş sayfa ile mücadelede atılacak tüm adımlar (tek adım?)...)
Bence "Yazarın çilesi" artık konu oldu. Sağlam yazar denilen bazı kafaların neredeyse bütün hayatlarını "neyi" anlatacaklarına değil de "neyi, nasıl" anlatacaklarına kafa yormalarından hareketle günümüzde üslûbun pek de kalmadığını söyleyebiliriz. (En azından ben söylerim.) Orhan Pamuk son romanında metnin gidişatını aniden keserek karakterleri konuşturdu, bu belki de "nasıl bir anlatım"ın son kulaçlarından biridir. (Bu romanda çaba takdire şayan ancak hikâye zayıf, ki konumuz bu değil.) "Yazmanın 10 Kuralı" gibi PR çalışmalarına yaklaşımım ise gayet net: Hiçbirini okumuyorum!
YanıtlaSil