Tam karşımda yüzü beyaza boyalı, kapkara bir gülümsemesi olan kocaman bir palyaço duruyordu. Kel kafasına Chaplin’inkine benzer ama küçücük bir melon şapka takmıştı. Başımı sağa çevirdim. Aynı abartılı oranlarda başka bir palyaço yer alıyordu ekranda; üzerinde janjanlı bir tulumla, neredeyse yüzünün tamamı kan kırmızısına boyalıydı, koca kafasının iki yanından sarı bukleler fışkırmıştı. Solumdaki palyaço beyaz bir tulum giyiyor, boynunu sarı ördek tüyü bir atkı süslüyordu, yüzü pembeye boyanmıştı ve kaşlarının üzerine, neredeyse tamamen kel olan başına yükselen basamaklar misali, farklı farklı renklerde başka kaşlar çizilmişti. Söylemeye gerek yok ama üçü de o hepimizin bildiği, tüyler ürpertici, kırmızı palyaço burnundan takmıştı. Arkamdaki palyaçoya dikkatlice bakmak istemedim ama geniş tabanlı siyah ayakkabıları, kırmızı ve siyaha boyanmış yüzü ilişti yine de gözüme. Göz ucuyla, şöyle bir baktığımda sanki dördü arasında en fenaları o gibi geldi bana ve yüzümü yeniden karşımdakine -beyaz yüzlü, küçücük melon şapkalı olana- çevirdim. Derken karşımdaki palyaço, sinirlerimi tamamen altüst ederek bana göz kırptı.
Hem de iki kez.
(Luiselli, Valeria. Dişlerimin Hikâyesi. Çeviren: Seda Ersavcı. Görselde Ugo Rondinone'nin palyaçolarından biri yer alıyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder