Yaşamak için ölmek mi lazım?*
Nihai sonunun bilinciyle yaşar insan; ya da, nihai sonunun bir gün geleceğinin bilincinde olduğundan, kendini elinden geldiğince oyalar - ki yaşamak da zaten bir tür oyalanma biçimidir... Kitaplar, filmler, hatta köklü ritüeller, bu bilinci bastırmak, bu bilginin dehşetiyle baş etmek için paha biçilmez fırsatlar sunar.
Yaşayan ölüler, bilhassa Haiti inançlarında çıkıyor karşımıza, son senelerde giderek şahlanan popüler kültür olgularını bir kenara koyup olgunun kökenine inersek elbette. Haiti inanışlarında ölüler, mezarlarından çıkma yetisi taşıdığı gibi, onları kontrol edebilen kişiler tarafından güdümlenip yönlendirilebiliyor ve elbette ki yaşayanlar için birer tehdit sayılıyor. Bugün, Haiti'ye Afrika'dan getirilen kölelerin pratiklerinde kendilerine yer edinen zombileri araştırdığımızda, kölelik olgusunun farklı bir boyuta taşınmış bir dışavurumu, güçten yoksun bırakılmış olanların dünya ile baş etme biçimi olarak ele alabileceğimiz bu inanış, korku filmlerine malzeme olmanın çok ötesinde, doğduğu ve geliştiği kültürel bağlamda fonksiyonel bir işlev de taşıyor.
Ölülerin dirilmesi ise mevzu; literatür oldukça geniş gerçekten de... Ölülerin tehlikeli addedilmesi, ölümün ardından belli bir süre geçene değin çeşitli ritüellerle yaşayanların 'koruma' altına alınması, üzeri örtülen aynalardan karalara bürünmelere, kapı dışlarına bırakılan ayakkabılardan sesi kısılan televizyonlara, dağıtılan eşyalardan düzenlenen törenlere varana değin birtakım pratikler, ölümün, kayıp bir yana, yaşayanların dünyasında yarattığı sarsıntıyı, hatta yaşayanların ölünün gazabından korkmasına yol açacak bir duygu durumu içine girdiğini ortaya koyuyor. Kendini rahatlatma konusunda en deneyimli türlerden insan için ölümü inkar etmek mümkün zira, her an, günbegün karşısına çıkmasa... Yaşayan kişinin en dişli rakibi, en sağlam 'Öteki:' Zombi.
Yetmişlerin ve seksenlerin korku filmlerinde zombiler, mezarlarından fırlamış, öfkeli yaratıklardı sadece, anımsarsınız. Sonra, ne olduysa oldu, gömülenler toprağın altında kalmaya başladı, zombiler bir virüs sayesinde dönüşerek zombi olmaya başladı. Dünya Savaşı Z'den Walking Dead'e, Haitili kölelerin pratiklerinden doğan zombi inanışı, dönüşüm geçirerek bir popüler kültür fenomeni haline geldi, 'zombileşme' ölünün maruz kaldığı değil, sağ olanların başına gelen bir iş oluverdi. Aç, düşünce ve muhakeme yetisinden yoksun, kendi arazlarını başkalarına sıçratmak üzere her yanı saran yaşayan ölüler, ölmeden yaşamaya çalışanların tüm değerlerine karşı çıkan, dünyayı karıncalar gibi istila eden bir güruhun üyelerine dönüştü... Sağ kalma içgüdüsüyle kendisi dışında her şeyi hiçe sayabilen bir türün en büyük düşmanı da, onu bu içgüdüden, kontrol mekanizmalarından yoksun bırakacak bir gölge, bir düşman olsa gerekti ve bu düşman, kişinin sahip olduğu şans, beceri, zeka unsurlarından mahrum olduğundan, sağ kalmayı kendi becerememiş, doğası gereği yapması gerekeni başaramamıştı... Eh, ona her şey mübahtı.
Colson Whitehead, Bölge Bir'de, pek çok edebiyatçının altından kalkamayacağı bir hamleyle, adlarını anmadan zombilerden bahsediyor, bir salgın sonrasında tepetaklak olmuş dünyada gezen insanları, leşleri ve kopukları anlatıyor. Bu, bir korku romanı değil, ama çizdiği medeniyet resmi oldukça korku verici; bir zombi hikâyesi de değil, ama leşler ve kopuklar bir yana, ölüm sayfalarında kol geziyor. Bölge Bir, çizdiği manzara ne olursa olsun, esasen bir şehir hikâyesi ve -metaforik olarak elbette- yaşayan ölüleri de dahil pek çok dehşet unsuru, bugün, yaşadığımız şehirlerde yanı başımızd nefes alıp veriyor, kalabalıklarda üstümüze üstümüze yürüyor. Öyle bir hikâye ki anlatılan, medeniyetin sapır sapır döktüğü tüm pulları topluyor ve sayfalara saçıyor; leşlerin ve kopukların arasında bireyin yaşam serüveniyle, bizlerin serüvenlerini birleştiriyor.
Bize kalan, şu kısacık ömürde, hikâyeler ne denli karışık, ne denli oyalayıcı olsa da, bir teselli arayışı sadece, başka bir şey değil gerçekten de.
(Görsel: Wilson Bigaud, Zombi. Alıntı, bir kamyonun arkasından geldi.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder