Kişi alışageldiği tempodan düşmeyegörsün... Geçen haftaların büyük kısmını hasta olup da yatağa düşmüş vaziyette geçirdim, yataktan dünyaya geri dönüşümü yaptıysam da halen kendimi Mars'ta Bir Antropolog, Kuzey Buz Denizi'ne düşmüş bir mandalina ya da Boğaz'a girmiş bir yabandomuzu kadar yabancı hissediyorum. Neyse, her şey gibi, bu da geçer elbette; yabancılaşmadan yaşayanlara aşina olmak ne mümkün diyeyim ve geçeyim.
Algıyı ters yüz etmek için bilinen pek çok metot var; ateş, bunlardan biri sadece - yüksek oldu mu içinize gömülüyorsunuz ama hafif seyredince kanıksayageldiğiniz pek çok şey, farklı görünüyor.
Zamanında Koltukname'nin Hasta Yatağında Okunacak Kitaplar başlıklı listesine bu minvalde önerilerimi sıralamışım; yeri gelmişken tekrar anımsatayım ve listelerin en güzelinin sürekli değişen, evrilen, genişleyen listeler olduğunu, bunlara gökten inme birer buyruk veya okul müfredatı gibi yaklaşılmasının sakıncaları bulunduğunu söyleyerek açtığım parantezi kapatayım. Sonuçta, hastalık, yatak vs. hep bahane, kitaplar her zaman emrinize amade, söylemeye hacet yok, biliyorsunuz.
Geçen haftanın hiç tartışmasız en büyük olayı, PEN'in İfade Özgürlüğü Ödülü'nün Charlie Hebdo'ya verilmesi etrafında kopan tartışmalar oldu. Ödülün açıklanmasıyla birlikte altı PEN mensubunun itirazları yükselirken sayı giderek arttı ve iki yüzün üzerinde yazar, yayımladıkları bildirgeyle bu ödülün Charlie Hebdo'ya gitmesinin yol açtığı "rahatsızlıktan" bahsetti. Bu hususta en sert yanıtlar ise Salman Rushdie'den geldi ve Rushdie, meslektaşlarını, sert bir biçimde eleştirdi. Nihayetinde, birileri PEN'in düzenlediği törende verilen ödülü ayakta alkışlarken birileri, bu karara şiddetle karşı çıkıyordu ve artık hayatta olmayan on iki Charlie Hebdo çizeri/yazarı açısından bakıldığında değişen bir şey olmuyordu.
Aralarında Joyce Carol Oates, Joshua Ferris, Peter Carey, Teju Cole, Francine Prose, Rachel Kushner gibi isimlerin yer aldığı protestocular, PEN'i, bahis konusu ifade özgürlüğü ödülünü hükümetlerin baskılarıyla zulüm gören yazarlara verme geleneğinden uzaklaştığı için eleştirmiş, Charlie Hebdo'nun kışkırtıcı ve rencide edici yayınının gerçekleşen katliamın ışığında yüceltilmesinin doğru olmadığını belirtmişti. Yazarların yayımladığı bildirge ise, kolonici bir geçmişe sahip Fransa gibi bir ülkede, Müslüman azınlıklar halihazırda türlü ayrımcılığa maruz kalırken Charlie Hebdo'nun güttüğü mizah anlayışının yaralayıcı bir etkisi olduğunun altını çiziyor ve insanların fikirleri yüzünden katledilmesinin onanamayacağını söylemekle beraber bu durumda verilecek bir ödülün Hebdo'nun açtığı yaraları görmezden gelmekle eşdeğer olduğunu iddia ediyordu. Salman Rushdie başta olmak üzere kimi yazarlar, bu kaygıları şiddetle reddederken PEN'den gelen açıklama, her fikrin değerli olduğunun altını çizerek itirazcıları kucakladı, kimileri ise bildirgeyi imzalayanları kendi kültürel hassasiyetlerini dayatma derdine düşmüşken olan bitene karşı kör kalmakla suçladı. Her kampın haklı olduğu hususlar vardı fakat kimse yüzde yüz haklı değildi ve birileri, çoktan mezara girmişti.
Esas mesele, ödülün hakkedilip hakkedilmediği değil de, mevzunun tanımlanmasına dayanıyordu aslında. Birilerinin mizah dediğine başkaları nefret söylemi olarak yaklaşınca, ortak bir zeminde buluşmak mümkün olmuyor ve böylelikle gerçekleşen eylemin nesnel bir biçimde ele alınması ihtimali ortadan kalkıyordu. 12 kişinin yaşamını yitirdiği bir katliam, Batı kültürüne yönelik bir eleştiriye zemin hazırlayınca da söyleyecek söz kalmadı. Ortak bir dili konuşmazken konuşmak, işe yaramıyordu zaten.
Hâlâ biraz hastayım sevgili blog okuru. Bunca farklı frekansın kopardığı gürültü, hâlâ beni rahatsız ediyor. Ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığının nerede başlayıp nerede bittiği tartışılabilir, fakat yaşam hakkı, tartışmaya açık değildir. Ödüllerse, evet, hemen her zaman, ödülü alana odaklı gibi görünse de, verenlerin değerlerini ortaya koyar. Charlie Hebdo'nun rencide edici mizahı, bugün değil de, katliamdan önce hakkıyla tartışılsa, manzara belki daha farklı olurdu - belki de, olmazdı. Belki de, politik doğruculuk ateşiyle kendi kimliklerini sağlamlaştırma aşkına düşenlerin, yaşam hakkına dair dürüst bir tartışmaya dahil olması daha iyi olurdu - belki de, olmazdı. Belki her şey bundan ibaretti işte, bir sürü çatlak ses ve öfkeden ibaret...
Belki de hepimizin ateşi var şimdi ve dünya, sancılı bir sanrılaşma sürecinde, hepsi bu. Herkesin sanrısı kendine.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder