Bir yılın son
günlerinde dönüp geriye bakmak, karmakarışık bir yumağa dönmüş bir şeyin
ucundaki ipliği tutup geriye doğru yürümeye çalışmak; hayat, 2015’te, her
zamanki gibi yanılsamalarla doluydu yine, öyleyse zaman labirentinin
duvarlarına tutuna tutuna geriye doğru ilerlemenin bir mahzuru olmasa gerek; nasılsa
feraha çıkacağımız yok, bir seneyi kısacık bir yazıya sığdıracak da değiliz. Bu
özet, tüm özetler ya da tüm listeler gibi öznel bir bakış açısı sunabilir
sadece, o kadar.
Öncelikle şunu
söylemiş bulunalım: 2015, edebiyat açısından pek parlak bir yıl değildi. (Hangi
açıdan parlak bir yıldı, o da ayrıca tartışmaya açık.) Bu değerlendirmenin kime,
neye göre olduğu tartışılabilir elbette; ya da parlak bir yıl diye tanımlanacak
zaman diliminin ne gibi ölçütlerce bu yaftayı kazandığı irdelenebilir – o halde
bu yıl çıkış yapan yazarların (yeni edebiyatın) getirebildiği sesi ve
halihazırda çağdaş kanon içinde yerleşik isimlerin yeni metinleriyle kat
ettikleri mesafeyi önceki yıllarla kıyaslayarak kişisel bir değerlendirme yaptığımı belirteyim. Eh, yılın furyasına tekabül eden
boyama kitaplarının sektördeki en önemli gelişme olduğu bir seneden
bahsediyoruz sonuçta, fazla söze gerek yok aslında. Boyama kitapları -ki
yetişkinlere yönelik olanları, altmışlı yıllardan beri üretilmekte ve satışa
sunulmaktaydı- bu yıl global anlamda ağırlıklarını ortaya koydu ve milyonları
aşan satışlarla dünyanın dört bir yanında yetişkinlere, ilkokul öncesi günlerine dönme ve çizgilerden taşırmadan boyama “yapma” fırsatını sundu. Bunlar,
endüstrinin akıl sır ermez eğilimleri sayesinde hobi kitapları kategorisinde
değil, kitap kategorisinde değerlendirilip listelerin başına da kuruluverince
2015 tarihe boyama kitaplarının yılı olarak geçti. Vampirler, melekler ve
erotikadan sonra kitleler, henüz çizgi çizmekte zorlandıkları yıllarda haşır
neşir oldukları bir formata geri dönüş yapmıştı ve matbu kitabın öldüğünü, onun
yerini elektronik formların alacağını çoktan ilan etmiş olanların önceki
yıllardaki kehanetleri adeta boşa çıkmıştı: Matbu format, dijitale boyun eğmemişti. Öte yandan okunmasalar da ciltlenmiş kağıt mamulleri olmaları
dolayısıyla kitap adını taşıyan bu tüketim nesneleri, yılın temel yanılsamasına
zemin hazırlamıştı: Okunmayan kitaplar ve okur değil de müşteri diye
betimlenecek kitleler, “okunan” kitapların, “okuyan” kitlelerin
yanına dikilmişti. Analistler, okurun artık sadece yazarın rehberliğinde çıkacağı
bir yolculuk peşinde değil, interaktif olarak müdahil olabileceği bir tecrübe
arayışında olduğunu iddia etmekteydi. Özetle, onların gözünde yeni “okur,” okumaktansa,
“yapmak” derdindeydi.
Boyama kitapları,
önümüzdeki yıl da saltanatlarını sürdürecek gibi görünüyor, ama arkalarından ne
geleceği, nasıl girişimlerin önünün açılacağı henüz meçhul – Taht Oyunları’ndan Star Wars’a,
Candy Crush’tan Harry Potter’a daha boyanacak pek çok satış garantili “düş,” bunların popülaritesinden
yola çıkarak kitleler için hazırlanacak pek çok farklı, interaktif deneyim var.
Bu noktada naçizane önerim, eğer çoktan yapılmadıysa tabii, kazı-kazan formatlı
kitaplar: Ancak kazınarak okunabilecek bu kitaplar, sadece kişiye özgü eşsiz bir
deneyim sunacak, metinle kavuşma olayını tırnakla
kazıyarak hak etmeyi mümkün kılacak – girişimciler çoktan projelendirmiştir bile,
bize düşen, dalgasını geçmek olsun. (Buraya bir emoji yerleştirecek olsam,
kuşkusuz Oxford’a göre Yılın Kelimesi, -hiç sevmediğim- gülerken gözlerinden
yaş gelen surat emojisi uygun olurdu.)
Boyama
kitaplarıyla boy ölçüşemese de, bir başka eğilim daha göze çarpıyor bu yıla
dönüp baktığımızda: Geçmişe dönüş. Dünyanın siyasi atmosferinin gergin,
kültürel üretimin birtakım sektörel yönlendirmeler doğrultusunda satış
“garantisi” olana yönelik ilerleyişinin de payı vardı kuşkusuz: 2015, ticaride
serilerin devam kitapları, edebide ise kıyıda köşede kalmış klasiklerin gündeme
oturduğu bir yıldı. Stieg Larson’un İskandinav polisiyesi furyasını başlatmış
olan Milenyum Serisi bir başka yazar, David Lagercrantz tarafından devam ettirildi; Agatha Christie’nin Ve Perde İndi’de öldürdüğü Hercule Poirot, zaten 2014'ün son günlerinde Sophie Hannah’nın kaleminde yeniden hafiyeliğe dönmüştü; Gri’nin Elli Tonu’nun sadomazoşist kahramanı Christian Grey, bu yıl olan biteni kendi ağzından anlattı;
Alacakaranlık’ın Edward Cullen’ı, kendi hikayesini yazdı – eh, patinaj, esas
olandı. Jane Bowles, Sylvia Plath, Lucia Berlin, Clarice Lispector gibi dehası
tartışılmaz yazarlar yeniden gündeme geldi, geçmiş rüzgarlar
yeni bir ivme kazandı. Bu esnada, Cervantes’in kemiklerinin bulunması tesadüftü
elbette ama edebiyatta geçmişe dönüşün yaşandığı bir yıla da ancak böylesi bir
olay yakışırdı. Öte yandan normalde yeri göğü inletecek dev yazarların (Franzen, Rushdie, Eco) kitapları, genel anlamda o kadar büyük ses getirmedi (Eco ve Franzen'ı ben severek okudum gerçi, ama mevzu benim sevdiğim şeyler değil) janr değiştirip fantastiğe kayan Ishiguro ise, tartışmaların odak noktasına
oturdu. Knausgaard ve Ferrante’nin seri kitapları, yazıldıkları dillerin
sınırlarını aşarak uluslararası ilgiye mazhar olmayı sürdürdü; enteresandı, zira Knausgaard, kendi yaşamını yazınına malzeme edip basında sıkça yer alırken Ferrante, tam tersini, kimliğini gizlemeyi seçmişti. (Yine de kimliğini açık etmeden birkaç söyleşi verdi ve kitaplarının yeterli olduğunu, kimliğinin önem taşımadığını belirtti.)
Telifsiz eser kapsamına girerek geçmişten bugüne adeta yeniden ışınlanan Küçük Prens ise, dört bir yanı kasıp kavurdu
- çağ, kısa mesajla iletişim çağıydı ama iddia, ticari kitapların (kaynaklar:
NY Times çoksatar listeleri ve Google Books) son on yılda yüzde yirmi beş oranında uzamış olduğu yönündeydi. (320 sayfadan 400’e.) Küçük Prens, her şeyi
sayan adamdan bahsederken kuşkusuz birilerinin oturup sayfa sayısı istatistiği
çıkaracağı bir dünya tahayyül etmemişti.
Kitaplardan
ziyade yazarların neler yaptığının konuşulduğu bir yıldı: Franzen, Iraklı birçocuğu evlat edinmek istediğini belirten açıklaması ve Audubon derneği ile sürtüşmesiyle, Foer eşinden boşanmasıyla, Joan Didion yer aldığı Celiné reklam kampanyasıyla, Harper Lee uzun yıllardır süren sessizliğini kendi rızasıyla bozup bozmadığına yönelik tartışmayla gündeme geldi. Murakami’nin henüz gençken
kütüphaneden aldığı kitaplar, son derece abes bir biçimde “sızdırıldı” ve
yazarın Joseph Kessel’ın Gündüz Güzeli’ni
okumuş olması, dolaylı imalarıyla, yazıp çizecek bir şeyler bulamayanları epey
oyaladı. Fast food zinciri
Chipotle’ın ambalajlara bastığı edebi metinler ise, yılın en akıl almaz
yayıncılık girişimleri arasına girdi.
Bu bağlamda yılın
en dehşetli olayı, Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıydı kuşkusuz. Saldırının
hemen akabinde PEN’in Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nün dergiye verileceğinin
açıklanmasıyla uluslararası kamuoyu ikiye bölündü: Yapılan saldırıyı “amasız”
kınayanlar, saldırıyı doğru bulmasalar da Charlie Hebdo’nun “rencide edici”
mizahı nedeniyle böyle bir ödül almaması gerektiğini düşünenlerle karşı karşıya
geldi. Teju Cole, Joyce Carol Oates, Peter Carey, Lorrie Moore, Alison Bechdel
ile başlayıp sayıları birkaç yüze ulaşan PEN üyeleri ödülü protesto ederken Salman Rushdie’nin başını
çektiği diğer bir grup, kalemi tutan ele yönelik saldırının lanetlenmesi ve
kurbanların onurlandırılmasının elzem olduğu görüşündeydi. Salman Rushdie -ki
zamanında benzer eleştirilerle karşılaşmış ve yaşamının büyük bölümünü bir ölüm
fetvasının gölgesinde geçirmişti- Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilince İran, fuardan çekileceğini duyurdu; tartışmalar,
bir yere varamadı. Paris’te Kasım ayında gerçekleşen bir dizi terör saldırısı, bu
defa yazarları yahut çizerleri değil de topyekun sivilleri hedefleyince
“rencide olmak/ifade özgürlüğü” odaklı atışmalar, yerlerini maalesef
ki yeniden ısıtılıp önümüze konan tatsız bir meseleye, son derece genelleyici olan medeniyetler çatışması
bahsine bıraktı. Bu toksik atmosferden geriye ise Parislilerin
kurbanlarını anarken sokak köşelerine çiçekler ve mumlar eşliğinde bıraktığı
bir kitap, Hemingway’in Paris Bir Şenliktir’i kaldı.
Pek çok kayıp verildi bu sene, adlarını
listelercesine yazmak anlamsız elbette; Yaşar Kemal’siz geçen ilk
yılımız dolmadı daha, Gülten Akın hatırımızda, Eduardo Galeano, Günter Grass ve
niceleri göçüp gitti. Edebiyat dünyasının dışında kalan başka kayıplar da var
unutmamakla yükümlü olduğumuz ve çağın manzarası, hafıza ve vicdanımıza
daha çok yük bineceğine işaret eder nitelikte.
Yazıyı, bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık
görülen Svetlana Aleksiyevic’le bağlamak doğru olacak belki de: Aleksiyevic’in
kurmaca yazarı değil de sözlü tarihle uğraşan bir araştırmacı olduğunu
vurgulayarak... Tanıklık anlatıları derleyen Aleksiyevic, son derece çarpıcı
olan Nobel konuşmasında herkesin kendi tarihini anlattığını ama “çağımızın hurafeleriyle, ihtirasları ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla kirlenmiş olan insan ruhuna” ulaşmanın zor olduğunu söylüyor, "anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor," diyordu.
Zamanla mücadele işte... Ve adettendir diye:
İyi seneler.
(Aleksiyevic'in konuşmasının tam metni, Nigar Hacızade'nin çevirisiyle, 5Harfliler'de yer alıyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder