23 Mart 2012 Cuma

Otorite

Bir kitap düşünün, yazarı tanımadığınız bir isim, adı herhangi bir çağrışım yapmıyor... Tanıdığınız birinden referans da almamışsınız, hakkında herhangi bir fikriniz yok. Hadi biraz daha uzatalım, belli detaylar verelim. Kitabın adı Hayat olsun. Kapakta kitabın duygusuna dair bir ipucu veren herhangi bir unsur bulunmasın. Arkasında kitabın konusu ile ilgili belli belirsiz bilgiler içeren bir metin yazıyor mesela, örneğin şöyle bir metin: "Hayat, şu anda, sayfaların arasında. Siz yaşıyorsunuz. Olanlar olacak, bitenler bitecek. Bu kitabın konusunu bir paragrafta özetlemek, kitaba ve yazarına haksızlık olacak. Sözün bittiği yerdeyiz şimdi. Belki de başladığı yer burasıdır."

Neyse, bu gizemli kitabı bırakalım şimdilik bir kenara, ona sonra döneceğiz. Hayat dursun bir kenarda. Annie Murphy Paul, NY Times'da Your Brain on Fiction başlıklı bir yazı yazmış, kitap okuyan kişilerin beyinlerinde gelişen süreçlerin incelendiği araştırma verilerinden yola çıkarak. Bir olay veya durumu tecrübe etmenin beyinde yarattığı akis, bir olay veya durum hakkkında okumanın yarattığı akisle hemen hemen aynıdır diyor Paul. Paul'a göre beyin, gerçek yaşam ile kurgu arasında ayrım yapmıyor. Yani anlatılar, beyni tıpkı tecrübeler gibi uyarıyor... Daha çok okuyarak daha çok yaşamak, gayet olası Paul'a göre.

Neyse, en son Hayat adlı hayali kitabı bir kenara bırakmış, hakkında bir fikir edinmeyi başaramamıştık. O öylece duradursun rafta. Zaten çoğu kitap, siz elinize alıp açana değin öylece durmaz mı bir yerde? Beklesin bir kenarda.

Kitap okumayanların çokça vaktini tüketen bir şeye, televizyona uzanalım şimdi. Oprah Winfrey isimli bir Amerikan TV programcısı var, biliyorsunuzdur. Kanaat önderi de diyebiliriz kendisine. (Kimdir kitlesi? Etkisi nereleri kapsar?) Oprah, insanlara kendini iyi hissetme (bu da bir hayat düsturu elbette) odaklı aynı mesajları üst üste vermekten yorulmuş olacak ki bir kitap kulübü başlattı ve haftanın beş günü yayımlanan programının bir gününü bu misyona adadı televizyonculuğu esnasında (ekleyelim, kendisi TV programına 2011'de son verdi, ama 'hayat' önerilerini dergisi ve diğer kanalları sayesinde 'kitlelere' (kimlerdir onlar?) aktarmayı sürdürüyor.) 2002'de kitap kulübüne ara veren Winfrey, 2007'de Cormac McCarthy'nin Yol adlı romanıyla kitap raflarına yeniden uzandı ve televizyonun gündüz kuşağında gelişen sohbetler, kitap satışları üzerinde müthiş belirleyici olmaya başladı. Oprah'nın seçtiği kitaplar Tolstoy'un Anna Karenina'sından Eckhart Tolle'nin A New Earth'üne, Janet Fitch'in Beyaz Zakkum'undan Dickens'ın Büyük Umutlar'ına değin uzanıyordu (ki buna bir çeşit çorba demek de mümkün.) Ya da, bu kitapların Oprah tarafından önerilmeleri haricinde birbirleriyle ortak noktalarını bulmak biraz güçtü, öyle diyelim. (Tolle, tabir caizse bir kişisel gelişim peygamberi; Fitch'in kitaplarını süpermarketlerden benzin istasyonlarına her yerde bulmanız mümkün oysa Tolstoy ve Dickens'a kütüphanede rastlamanız çok daha olası.) Oprah'nın Kitap Kulübü, çoksatar fenomenine yönelik ilginç bir örnek oldu; listedeki eserlerin birbirleriyle fazla oturmamaları bir yana, Winfrey'nin 'el attığı' kitapları birer çoksatara dönüştürmeyi başardığı, Janet Fitch ile Cormac McCarthy'yi çok sayıda insana aynı anda okutma becerisine sahip olduğu söylenebilir. (Azımsanacak bir beceri değil tabii. Ekleyelim, McCarthy'nin romanı 2011 itibariyle 1,4 milyona yakın bir satış başarısı kaydetmiş Amerika'da. Türkiye'de sanıyorum birinci baskıda kaldı.) Bu iki yazarın eserlerinin ve tarzlarının birbirleriyle tümden alakasız olmasından yola çıkarak yapabileceğimiz çıkarım, birini okuyup beğenen kişinin diğerini aynı ölçüde beğenmeyeceği olabilir belki. (Öyle olmak zorunda değil elbette, ancak olası.) Ha, eklemek gerek; Cormac McCarthy Oprah tarafından 'önerilen' kitabıyla Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü aldı; yani Janet Fitch ile Oprah referansı altında buluşan Cormac McCarthy, Pulitzer çatısı altında Bellow, Cheever ve Updike gibi yazarlarla yan yana geldi. (Oprah ve Pulitzer jürisi de, bu noktada buluşmuş oldular.) Bunlar ışığında fazla söze gerek yok sanırım, var mı yoksa? Lafı pey dolandırdık, ama dolanmak doğru gitmekten iyidir bazen, yeni şeyler görmeye fırsat tanır. Televizyonu kapatma vakti sanırım, rafta bekleyen bir kitabımız var. Hayat adlı kitabın yanı başında duran bir klasik, yeni bir baskı ile Uğultulu Tepeler. Ona uzanalım önce.

Uğultulu Tepeler hakkında yeni bir şey söylenebilir mi? Her zaman, her konuda yeni bir şey söylemek mümkün. Alacakaranlık serisinin kurgu karakterlerinden 'Edward ve Bella'nın En Sevdiği Kitap' ibareli bir kapakla yeniden basılıp 'çok' sattı örneğin Uğultulu Tepeler, onu söyleyelim... İki çok satan bir midir? Alacakaranlık sevenler Uğultulu Tepeler'de aradıklarını bulabilirler mi? İşte günün sorusu bu. Ya da şöyle diyelim, 'çok' neyi, kimi, nasıl kapsar? Nedir burada belirtilen? (Önyargı: Bir kitap iyi ise eğer, onu az kişi okumuş olmalıdır. Gerçek: Edebi kriterler (burada bir mahkeme salonu canlanıyor gözümde, 'otoriteler' oturmuş, otoritelerden bekleneceği üzere, otoritelerini konuşturuyor, kriterleri belirliyorlar - edebiyat anayasası adına!) açısından 'kötü' olarak nitelenebilecek kitaplar çok sattıkları gibi, kimi zaman 'iyi' kitaplar da çok sayıda okura hızlı biçimde ulaşır, bunlar listelerde birlikte yer alabilirler. Ampul yansın öyleyse: Referanslar sahiplerini bağlar. Ek: Her şey, ama her şey subjektif elbette. Not: Teknik unsurları yani baskı adetlerini, reklam kampanyalarını, dağıtım stratejilerini işin içine sokmuyoruz bu yazıda, onları da birer aktör olarak hayal edip yazsak iyice karmaşıklaşacak durum. Bir futbol sahası hayal edip oyun kurmamız falan gerekebilir bunun için, sonrası sakat ama, kitap satışları Erman Toroğlu metodolojisiyle özetlenirse ardından ne gelir, ne hallere düşeriz bilemiyorum.)

Neyse, kitap rafının önündeydik en son. Hayat adlı kitap önümüzde durmakta. Hakkında hiçbir veriye sahip değiliz. Ya da varsayalım ki arkasında Oprah Kitap Kulübü Seçkisi yazıyor olsun, fark etmez, böyle bir verimiz olsun elimizde. Veya Nobel Edebiyat Ödülü yazsın. İyice uçalım ve ön kapakta New York Times Bestseller, Nobel Edebiyat Ödülü, Pulitzer Ödülü, Oprah Kitap Kulübü yazdığını varsayalım... Stephen King'den bir referans cümlesi: "Müthiş bir roman!" Altında Julian Barnes: "Edebiyata bakış açınızı değiştirecek bir roman." Kafanız yeterince karıştı mı? Karışacak elbette. Hayat gerçekten kafa karıştırıcı. Ne olacak şimdi? Bunlar ne demek? Yapabileceğiniz tek şey var gerçekten, sayfaları karıştırmak. Belki Pulitzer'li bir kitabı beğenmeyecek, belki pek hoşlanmadığınız Oprah'nın bir önerisiyle hayatınızı değiştirecek bir kitap okuyacak (ya da Oprah hakkındaki kanınız iyice güçlenecek, belli olmaz), belki de hakkında hiçbir veriye sahip olmadığınız bir kitabın sayfalarını yutarcasına çevirir hale geleceksiniz. Referansların nereden geldikleri önemlidir elbette, hükmü yoktur demiyoruz. Her şeyin hükmü vardır. Bir kitabın kitapçıda yan yana durduğu diğer kitapların dahi hükmü vardır. Otobüste bahis konusu kitabı elinde tuttuğunu gördüğünüz kişinin bile hükmü vardır kitap hakkında gelişecek kanıda... Bu referansların bağlayıcı olduklarını düşünmek, hayatı yaşamak (ya da 'hayat' konulu bir roman okumak) yerine bir kanunnameye (tanımlar, hükümler bellidir, tartışmaya yer olmaz) bakarak hayat hakkında fikir edinmeye benzer. Siz, yeter ki, salt referanslara değil, sayfaların içinde yatanlara itibar edin, devamı gelir ya da öyle ummak gerekir.

Kitaplar, size bir kol uzaklığında şimdi. Sayfaları açtığınızda tek otorite sizsiniz, ötesi yok. Referans: blog yazarınız.

(Yukarıdaki görsel Joel Peter Witkin'e ait. Aşağıda Uğultulu Tepeler, Edward ve Bella'nın en 'sevdikleri' kitap. Referanslara fazla bel bağlamayın, ama onlarsız da kalmayın diyoruz. Güzel bir hafta sonu dileklerimizle. Açık havada kitap okuma mevsimi resmen başlamıştır!)

1 yorum:

  1. Yıllar önce bana bir arakadaş 'Peygamberin Son Beş Günü' kitabını sormuştu, sorma sebebi ise otobüste gördüğü birinin kitabı çok dikkatli, hani kafasını bile kaldırmadan okumasıydı. Yazınızı okurken aklıma geldi bu örnek. Bazen kitap kapaklarındaki referanslar aldatıcı daha kibarcası ticari geliyor açıkçası. Fakat öte yandan dizi ve filmlerde kitapların reklam edilmesi hoşuma giden bir şey. birkaç yıl önce firmanın biri bir mankene, eline kitap tutuşturarak vitrinde günboyu kitap okutmuştu. Amaç ilgiyi tutuşturmak belki de. Bazen okuyamacağımı bilsem de dersine girdiğim sınıflarda elimde kitap oluyor. Bunu görüp kitabı merak eden , ödünç isteyen öğrencilerim oluyor. Bana düşense hedefime ulaşmamın mutluluğunu yaşamak, bu görsel çağdan ne kadar adam kurtarsak kar değil mi?

    YanıtlaSil