...
Bahar geldi, kocamla ben vergi beyannamelerimizi doldurduk ve işitsel peyzaj projesi için topladığımız malzemeleri teslim ettik. New York’ta sekiz yüzden fazla lisan konuşuluyordu, dört yıllık çalışmanın ardından hemen hemen hepsini örneklendirmiştik. Nihayet hayatlarımıza devam edebilecektik - artık devamında bizi ne bekliyorduysa. Ve tam da öyle oldu: Hayatlarımıza devam etmeye başladık. İlerliyorduk ama birlikte ilerlediğimiz söylenemezdi.
Manuela’nın iki kızının aleyhinde açılan davaya iyiden iyiye dahil olmuştum. Kamu yararına çalışan bir avukat nihayet davalarını almayı kabul etmişti, her ne kadar kızlar henüz annelerine kavuşmuş değilse de, en azından Teksas’taki gayriinsani, yarı güvenli gözaltı merkezinden sözüm ona daha insani koşullara sahip başka bir yere -reşit olmayan göçmenler için gözaltı merkezine dönüştürülmüş olan Lordsburg, New Mexico yakınındaki eski bir Walmart mega mağazasına- nakledilmişlerdi. Davayı takip edebilmek için göçmen yasası üzerine biraz daha araştırma yapmış, duruşmalara katılmış, avukatlarla görüşmüştüm. Ülke genelindeki on binlerce benzer davadan biriydi onlarınki. Son altı yedi ay içinde Meksika’dan, bilhassa da Orta Amerika Kuzey Üçgeni’nden gelen seksen binden fazla kayıt dışı çocuk ABD’nin güney sınırında tutuklanmıştı. Bu çocukların hepsi korkunç bir istismar ve sistematik şiddet ortamından, çetelerin tanınmayan devletlere dönüştüğü, iktidarı zapt ettiği ve hukukun üstünlüğünü zorla ele geçirdiği ülkelerden kaçıyorlardı. ABD’ye korunma amacıyla, annelerini, babalarını ya da daha önce göç etmiş olan ve kendilerini yanlarına alabilecek diğer akrabalarını bulma amacıyla gelmişlerdi. Genelde anlatıldığı üzere Amerikan rüyası peşinde değillerdi yani. Sadece her gün yaşadıkları kâbustan bir çıkış yolu arıyorlardı.
O sıralarda radyoda ve birtakım gazetelerde ülkeye gelen kayıt dışı göçmen çocuk dalgasıyla ilgili haberlere yavaş yavaş yer verilmeye başlanmıştı ama hiçbiri durumu bu çocukların gözünden aktarmıyordu. New York Üniversitesi Kentsel Bilim ve Gelişim Merkezi’nin yöneticisiyle görüşmeye karar verdim. Hikâyenin farklı bir açıdan nasıl anlatılabileceğine dair genel bir fikir sundum. Bir süre didindikten ve verdiğim birtakım tavizlerden sonra sınırdaki göçmen çocuk krizi üzerine kaydedeceğim ses belgeseli için ödenek sağlama konusunda bana yardım etmeye razı oldu. Öyle büyük bir prodüksiyon değildi: yalnızca ben, kayıt cihazlarım ve kısıtlı bir süre.
Başta fark etmemiştim ama kocam da yeni bir proje üzerinde çalışmaya başlamıştı. İlkin Apaçi tarihiyle ilgili birkaç kitap vardı sadece. Çalışma masasının, komodininin üzerinde yığılıydılar. Bu konuya önceden beri ilgi duyduğunu biliyordum, ayrıca çocuklara sık sık Apaçilerle ilgili hikâyeler anlatırdı, dolayısıyla tüm o kitapları okuyor olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Sonra Apaçi topraklarının haritaları, şefleriyle savaşçılarının fotoğrafları çalışma masasının çevresindeki duvarları doldurur oldu. Ömür boyu süren bir merakın resmi bir araştırmaya dönüşmekte olduğunu sezmeye başladım.
“Ne üzerine çalışıyorsun?” diye sordum bir öğleden sonra.
“Bazı hikâyeler sadece.”
“Ne hakkında?”
“Apaçiler.”
“Neden Apaçiler? Hangileri?”
Şef Cochise, Geronimo ve Çirikavalarla ilgilendiğini çünkü onların Amerika kıtasındaki son özgür halkların -ahlaki, politik, askeri açıdan- son Apaçi liderleri olduğunu, en son onların teslim olduğunu söyledi. Elbette herhangi bir araştırmaya girişmek için hayli geçerli bir sebepti ama duymayı beklediğim yanıt tam da bu değildi.
Sonra bu araştırmadan yeni bir ses projesi olarak bahsetmeye başladı. Karton kutular alıp içlerini birtakım zımbırtılarla doldurdu: kitaplar, notlar, alıntılarla dolu dizin kartları, oradan buradan kesilmiş şeyler, kupürler ve haritalar, halk kütüphanelerinde ve özel arşivlerde bulduğu saha kayıtları ve ses haritaları, bunların yanı sıra her gün, hani neredeyse saplantılı bir şekilde yazdığı bir dizi küçük kahverengi not defteri. Tüm bunların sonunda bir ses parçasına nasıl çevrileceğini merak etmiştim. Ona bu kutuları, içlerindeki zımbırtıları ve planlarını, onun planlarının bizimkilerle ne şekilde örtüştüğünü sorduğumda henüz bilmediğini ama çok geçmeden beni haberdar edeceğini söyledi.
Ve birkaç hafta sonra beni haberdar ettiğinde bir sonraki adımlarımız üzerine konuştuk. Ona projeme odaklanmak, çocukların hikâyelerini ve New York Göçmen Mahkemesi’ndeki davalarını kaydetmek istediğimi söyledim, ayrıca yerel bir radyo istasyonunda bir işe başvurmayı düşündüğümden söz ettim. O tam da tahmin ettiğim şeyi söyledi. Apaçiler hakkındaki belgesel projesi üzerine çalışmak istiyordu. Başvurduğu bursu almıştı. Ayrıca bu proje için toplaması gereken malzemelerin belirli yerlerle bağlantılı olduğunu ama bu işitsel peyzajın farklı olacağını da söyledi. “Yankı envanteri” olarak tanımladı, Geronimo ile son Apaçilerin hayaletleri hakkında olacağını belirtti.
Biriyle beraber yaşamakla ilgili mesele şu: Onu her gün görseniz, sohbet esnasındaki tüm jestlerini tahmin edebilseniz, hareketlerinin ardında yatan niyeti okuyabilseniz, neye ne tepki vereceğini oldukça isabetli bir şekilde hesaplayabilseniz de, keşfedilmemiş tek bir kırışıklığı bile kalmadığından emin olsanız da o kişi, gün gelir ansızın bir yabancıya dönüşebilir. Kocamdan duymayı beklemediğim bir şey vardıysa da bu, yeni projesi üzerine çalışabilmek için zamana, tek bir yazdan çok daha uzun bir zamana ihtiyacı olduğuydu. Ayrıca dediğine göre sessizliğe ve yalnız kalmaya da ihtiyacı vardı. Bir de yer değiştirmeye, ülkenin güneybatısına yerleşmeye ihtiyacı vardı.
“Ne kadar sürecek?” diye sordum.
“Muhtemelen bir iki yıl, belki biraz daha fazla.”
“Güneybatıda neresi peki?”
“Henüz bilmiyorum.”
“Peki ya benim buradaki projem?” diye sordum.
“Anlamlı bir proje,” dedi yalnızca.
Kayıp Çocuk Arşivi, Valeria Luiselli. (Çeviren: Seda Ersavcı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder