19 Ekim 2020 Pazartesi

Sohbet



Geçtiğimiz ay, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nin düzenlediği kitap şenliği kapsamında Erlend Loe romanı Naif. Süper'in çevirmeni Dilek Başak ile edebiyat, yayıncılık ve çeviri odaklı sohbetimiz Kıraathane YouTube sayfasında yayında.
 

30 Eylül 2020 Çarşamba

Kolay

"Farklı şeyler insanları farklı biçimlerde etkiler, bazı insanların belli meseleleri düşünmeleri için bir kitap okumaları ya da film izlemeleri gerekir, bazı insanlar bir arkadaşlarıyla ya da aile fertlerinden biriyle konuşmak isteyebilir. Benim için bunların hiçbiri geçerli değildi; ben sadece bu konuda hiçbir şey yapmamaya dayanamaz hale geldim. Greta Thunberg'i izlemek çok üzdü beni. Bu dayanamama halinden büyük ölçüde o sorumlu, belki benim de çocuklarım olduğundan ve kendi çocuklarım beni yetiştiriyormuş gibi hissetmiş olduğumdan. (...) Gezegeni kurtarmak isteyecek kadar duygulanmak çok kolay ama. Bu duygu durumunu muhafaza etmek zor. Uzun zamandır alışageldiğimiz yaşamlarımızı değiştirmek zor." 

(Jonathan Safran Foer, Eater söyleşisinde küresel iklim krizinden ve bizim bu konuda neler yapabileceğimizden bahsediyor.)

11 Eylül 2020 Cuma

Salgın


Kapı değildi mesele. Bölge’de geçirdiği onca zamandan sonra şifreli kapıları açmak için nereye tekmeyi basması gerektiğini gayet iyi öğrenmişti. Bu aralar yaygın olan yanılsamaya kapılması, bugünlerde kaçınılmaz olan, yaşamı zorlaştıran, yapılanmaya özgü iyimserliğe teslim olması hataydı. Anında başına üşüştüler.

Dördü de, ta en baştan beri içerde tıkılı kalmıştı. Belki içlerinden biri, sokakta yürürken, o renkli kent ağzıyla dile getireceği üzere “zırdelinin teki”nin saldırısına uğramış ve civardaki hastanenin imkânları kıt acil servisinde atılan birkaç dikişin ardından evine yollanmıştı: Sigorta kartınız var mıydı? Felaketin boyutları anlaşılmadan önce gerçekleşmiş olmalıydı hadise. Derken kudurmuştu. Meslektaşlarından biri zamanında kaçmayı başararak kapıyı kilitlemiş, bölmedekileri kaderleriyle baş başa bırakmıştı. Benzeri, çeşitlemesi çoktu bu tür hikâyelerin. Kimse yardıma gelmemişti çünkü herkes kendi canını kurtarmakla meşguldü.

Mark Spitz, ölülerin başlangıçtan bu yana gördüğü ilk insandı ve bir zamanlar İK personeli olan bu dört hanım, feci açtı. Onca zamandan sonra bir deri bir kemik kalmışlardı. Eriyip giden kalçalarından düşmüş etekleri yerde kümelenmiş, şık tayyörlerinin koyu renk ceketleri, püskürmüş kan ve pıhtı öbekleriyle iyice kararıp katılaşmıştı. İçlerinden ikisinin pabuçlarının topukları, bunca zamandır bir çıkış bulmak için duvarlara toslayıp dururken kırılıp gitmişti. Biri, son iki kız arkadaşının gözdesi olan kenarları kırmızı fırfırlı külotlardan giymişti. Yırtık pırtıktı. Mark Spitz, dikkatini başka şeylere vermesi gerekirken tangaya bakmadan edemedi. Gereken düzenlemeleri yapmıştı yapmasına ama eski benliği arada böyle yokluyordu. Derken yeni benlik devreye girdi: karşısındakilerin işini bitirmeliydi.

İçlerindeki en genç kadının saçı, insanı ezip geçen bu kentte ayakta kalmaya çalışan farklı karakterlerdeki üç ev arkadaşını konu alan komedi dizisiyle moda olan tarzdaydı. Felaketin başladığı dönemde en tutulan televizyon programlarından biri olan dizide ekip, aksi bina görevlisi ve frapan komşu ile tamamlanıyordu. Patavatsızlığıyla gönülleri fetheden sevimli aktris Margaret Halstead’in, kırmızı halıların, televizyonda yayınlanan cilveli gece sohbetlerinin olduğu eski günlerde alâmetifarikası haline gelen saç stiline atfen Marge adı verilmişti modele. Mark Spitz, Halstead’i pek beğenmez, fazla zayıf bulurdu ama tekdüze kasaba ve küçük şehirleri terk edip kendilerini baştan yaratmak için Büyük Kent’e koşan genç kızlar, Marge’ın çırpınışlarında kendilerini bulmuş, aktrisin saç modelini fetişe dönüştürmüştü. Bu kızlar, ‘kentte isim yapma yalanı’ adlı pek eski zokayı yutup sürüklenir, sonrasında tek dertleri hayatta kalmanın yollarını bulmaya dönüşürdü: avcılık-toplayıcılıkla kirayı, artıkçılıkla çorbayı anca çıkarırlardı. Haftalık dergilerin duyurduğu en yeni gece kulüplerine ve lokantalara üşüşen, kenarı tarçınlı kadehlerde son moda kokteyller yuvarlayıp aşırı hevesli bir biçimde gülüşen Marge’lar her zaman ayakaltındaydı.

Mark Spitz’i önce Marge yakaladı ve sol kolunu tuttuğu gibi dişlemeye girişti. Parkasının kalın kumaşına hunharca saldırdı; kumaşın altında etin yattığını gayet iyi bildiğinden yüzüne dahi bakmıyordu. Leşlerle epeydir bu denli yakınlaşmamış olan Mark Spitz, sağlam bir ısırığın ne denli can yakabileceğini unutmuştu. Marge plastik fiberlerin karmaşık ağını delemezdi -salgın dönemi gerekliliklerinin ürünü bu mucizevî kumaşı dişleyerek delebilmeyi ummak için budala olmak gerekti- ama Mark Spitz, her salyalı ısırıkta çığlık çığlığa bağırdı. Omega’nın diğer üyeleri çok geçmeden koşturarak oraya gelecekti. Parkasının kolunda kırılan dişlerin seslerini duydu. Teğmen, süpürücülerin birbirlerinden ayrılmamasında, tamı tamına bu tür olayları engellemek adına ısrar etmişti. Ama son birkaç süpürme görevi gayet sakin geçtiğinden emirlere uymak yerine gevşeyivermişlerdi.

Marge şimdilik koluyla uğraşıyordu; leşlerin asgariye inmiş algıları yaptıkları şeylerin beyhudeliğini kavramalarının uzun sürmesine yol açıyordu. Dikkatini sağından saldıran leşe çevirdi.

Gür kaşlar ve dudaklarının üzerini gölgeleyen bir bıyık. Altıncı sınıftaki İngilizce öğretmeni Bayan Alcott’u anımsattı ona; ağdalı bir Bronx aksanıyla konuşan, torpido sutyen meraklısı Bayan Alcott’u. Sözcük dağarcığı testlerini toplarken yasemin kokuları saçardı sınıfa; Bayan Alcott’a karşı hep zaafı vardı.

Bu kadın, muhtemelen salgının ilk kurbanıydı. Gözlerinden aşağısı, suratın ete gömülmesiyle ortaya çıkan o karakteristik, bulaşık lekeyle kaplıydı. Sıradan bir iş gününün öğle molasında, köşedeki şarküterinin salata-barından mevsimlik spesiyalleri aldığı sırada bir New York manyağı tarafından ısırılıyor. Salgına yakalandığından habersiz, gününe devam ediyor. Derken gece titremeleri ile herkesin duyduğu ve görmemek için dua ettiği efsanevi kâbuslar başlıyor. Hayatı bir yanıt veya tuzaktan kurtuluş çaresi bulmak üzere tarayan bilinçaltının ürettiği bu kâbuslar, felaketin habercileriydi. Virüs başlangıçta bir tam gün dahi tanırdı insana. Belki yıllardır hastalık izni almadığından ertesi sabah kalkıp işe gidiyor. Sonra dönüşümü gerçekleşiyor.

Mark Spitz, bu canavarlarda ara sıra aşina bir şeylere rastlardı. Tanıdığı, sevdiği birilerini andırırlardı. Sekizinci sınıftaki laboratuvar eşi, süpermarketteki leylek kılıklı kasiyer, lise ikinin baharında çıktığı kız. Amcası. Beyni karıncalanırken zamanı şaşırmıştı. İşine bakmayı öğrenmişti öğrenmesine ama bazen, yitirdiği birilerine ait gibi görünen gözlere veya ağza takılır, derhal doğrulama çabasına koyulurdu. Karşılaştığı yaratıklarda tanıdığı veya sevdiği birilerini canlandırmanın ona avantaj sağlayıp sağlamadığından emin değildi. Teğmen’in dediği gibi, “Başarılı bir intibak” söz konusuydu. Mark Spitz -zengin piçlerinden birinin malikânesinde kamp kurdukları veya Wall Street toplantı salonlarından birinde kafaya kadar uyku tulumuna gömüldükleri sırada- bu tanıdık gelme meselesinin görevine bir nebze asalet kattığına inanmaya başlamıştı: yaptığı iş, onlara duyduğu merhametin göstergesiydi. Yaratıklar belki tanıdığı, belki pek tanımadığı veya tanışacağı insanlardı; hepsinin ailesi vardı ve kanlarına karışan hastalığın hükmünden kurtarılmayı hak ediyorlardı. O, sıradan bir haşere temizlikçisi değil, bu şeylerin yarım kalmış göçlerini tamamlamasına yardım eden ölüm meleğiydi. Bayan Alcott’u suratından vurdu ve benzerliği bir kan bulutuna çevirdi, ardından nefesi tamamen kesildi, yere yığıldı.

Şeker pembesi elbiseli yaratık üzerine atlamıştı. Marge ısrarla kolunu çekiştirmeye devam ederek dengesini bozmuş, o da diğerinin saldırısı karşısında ayakta kalamamıştı. Yaratık üstüne oturunca pencerenin başında durakladığı sırada omzuna astığı tüfek sırtına battı. Leşin keçeleşmiş, ak saçlarına takıldı gözü. Firketeler. Aptalca bir ayrıntı. Ne kadar sürmüştü acaba peruğunun düşmesi? (Bu tür durumlarda zaman, dehşete daha dramatik bir sahne sunmak adına yavaşlardı.) Yaratık yedi parmağıyla boğazına sarıldı. Diğer üç parmak mafsallarından kopuktu; herhalde mesai arkadaşlarından birinin midesindeydi. Mark Spitz yere devrilirken tabancasını düşürdüğünü fark etti.

Tepesine çöken yaratık, gerçek bir İnsan Kaynakları çalışanına yakışacak bir kararlılığa sahipti; bu iş için doğmuş, bu işle semirmişti. Salgının kişisel özelliklerine çektiği ayar, sadece bastırılmış yanlarını açığa çıkarmıştı. Mark Spitz’in çalıştığı ilk büro işine, evine uzak düşmeyen bir iş hanındaki bir muhasebe/maaş ödeme hizmetleri bürosunun koridorlarında gıcırtılı bir posta arabası itmek de dâhildi. Çocuk aklıyla binanın ruhsuz duvarlarını istihbaratın gücüyle bağdaştırmış, çalıştığı yeri askeri istihbaratla ilintili kabul etmişti. Esrar perdesi daha ilk günden aralanmıştı. Posta odasındaki herkes yaşıtıydı ve patron kendi odasına çekilir çekilmez geyiğin hasına başlanıyordu. Tek kötü yanı, İnsan Kaynakları’nın zalim müdürüydü; kadın, Mark Spitz’in evraklarında kılı kırk yarmış, her şeyin eksiksiz olmasında kötücül bir tavırla ısrar etmişti. İnsanların numaralarla, fiber-optik kablolar vasıtasıyla anlam kazanmaya yollanacak veri demetleriyle ifade edildiği bir departmana hizmet ediyordu.

“Evraklar tamamlanmadan maaş çekin işleme konamaz.” Nereden bilecekti sosyal güvenlik kartının yerini? Odası arkeolojik kazı alanı gibiydi; sırf çorap bulmak için bile kazı aletleri gerekirdi. “Sistemde değilsin. Yok olsan aynı şey.” E, felaketten sonra nereye gitmişti peki Sistem? Tepelerinde onca sene asılı durmuş görünmez yumruğun parmakları artık açıktı ve her şey o parmakların arasından kayıp gitmişti. 



(Alıntı Colson Whitehead'in Bölge Bir'inden; çeviri: Algan Sezgintüredi. Görseldeki resim Fairfield Porter'dan Union Square, Looking Up Park Avenue.)

10 Ağustos 2020 Pazartesi

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Sohbet



Kitabın girift yapısı -roman içinde roman, Polaroid’ler, listeler- en baştan beri aklınızda mıydı? 

Kesinlikle hayır. Yeni bir şey yazmaya başladığımda henüz bilmediğim pek çok şey olur. Bir kere İspanyolca mı yoksa İngilizce mi olacağını bilmiyordum. Bu kitabı yazmaya 2014’te başladım ve iki lisanı da bir yıl kadar denedim – notlar aldım, yanlış başlangıçlar yaptım, iki dil arasında gidip geldim ve hangisinin işleyeceğinden emin olamadım, ta ki günün birinde İngilizce olduğunu anlayana değin. Belli bir dilde yazdığınızda o dile ait edebi kültürün içine yerleşiyorsunuz ki bu, İngilizcede beni bir okur olarak şekillemiş yazarlarla, Emily Dickinson, TS Eliot, Ezra Pound gibileriyle sohbet ettiğim anlamına geliyordu. (Valeria Luiselli, Kayıp Çocuk Arşivi’nin yazım sürecinden bahsediyor. Yazar, 2015'te Amerikan Ulusal Kitap Ödülü komitesinin seçtiği 35 Yaş Altı 5 Yazar'dan biriydi; 2019'da MacArthur deha bursu, 2020'de Vilcek Vakfı gelecek vaat eden edebiyat ödülü ve Folio Ödülü'nü kazandı. Booker adayları arasında yer alan ve Luiselli'nin İngilizce yazdığı ilk roman olan Kayıp Çocuk Arşivi, yazarın tüm kitapları gibi yine Seda Ersavcı'nın çevirisiyle kitapçılarda.)

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Mutlak


Bazı şeylerin "mutlak son" olduğunu hemen anlarsınız - son süt dişinizi düşürdüğünüzü ya da on üçüncü yaş gününüzden bir önceki gece on iki yaşınızın son uykusuna yattığınızı (...)

(Karen Russell, Timsah Park. Çeviren: Püren Özgören.)

23 Mayıs 2020 Cumartesi

JIMMY’DEN MEKTUP GELDİ - Shirley Jackson

Bazen, diye düşündü, mutfakta bulaşıkları üst üste koyarken, bazen erkeklerin akıl sağlığından şüpheleniyorum, hepsinin. Belki hepsi de deli ve bunu benden başka her kadın biliyor; annem bana hiç söylemedi, ev arkadaşım hiç bahsetmedi, diğer eşlerin hepsi de zaten bildiğimi sanıyor...

“Bugün Jimmy’den mektup geldi,” dedi adam peçetesini açarken.

Nihayet, diye düşündü kadın, demek nihayet pes edip sana yazdı, belki artık her şey düzelir, her şey yoluna girer, dostluk tekrar başlar... “Ne diyor?” diye sordu üstünde durmadan.

“Bilmem,” dedi adam, “açmadım.”

Tanrım, diye düşündü, tam o anda olacakları açık bir şekilde görerek. Bekledi.

“Yarın açmadan geri göndereceğim.”

Böyle yapacağını tahmin etmeliydim, diye düşündü. Ben olsam o mektubu açmadan beş dakika dayanamazdım. Yırtıp minik parçalar halinde geri yollamak ya da birinden benim için ters bir yanıt yazmasını istemek gibi pis bir şey planlayabilirdim ama açmadan beş dakika duramazdım.

“Bugün Tom’la öğle yemeği yedim,” dedi konu kapanmış gibi, tam da sanki konu kapanmış gibi, diye düşündü kadın, sanki bir daha asla bu konu üstüne düşünmeyi beklemiyormuş gibi. Belki de beklemiyor, diye düşündü kadın, Tanrım.

“Bence Jimmy’nin mektubunu açmalısın,” dedi. Belki bu kadar kolay çözülür, diye düşündü, belki pekâlâ der ve gidip mektubu açar, belki de evine gidip bir süre annesiyle yaşar.

“Neden?” dedi.

Başta sakin ol, diye düşündü. Sakin olmazsan yenilirsin. “Ah, merak ediyorum da, ne yazdığını okumazsam meraktan öleceğim, o yüzden sanırım,” dedi.

“Aç o zaman,” dedi adam.

Bir hamle yapayım da gör o zaman, diye düşündü. “Ciddiyim,” dedi, “bir mektuba kin gütmek çok saçma. Jimmy’ye karşı tamam. Ama bir kin yüzünden mektup okumamak çok saçma.” Tanrım, diye düşündü, saçma dedim. İki kere saçma dedim. Buraya kadarmış. Onun saçmaladığını söylediğimi duyarsa biterim, istersem bütün gece konuşayım.

“Neden okuyacakmışım ki?” dedi. “Onun söylemiş olabileceği hiçbir şeyi merak etmiyorum.”

“Ben ediyorum.”

“Aç o zaman,” dedi.

Ah, Tanrım, diye düşündü, ah, Tanrım, ah, Tanrım, çantasından çalarım, yarın çırpıp yumurtalarının içine karıştırırım ama bu meydan okumaya karşılık veremem, kolumu kırar. 

“Peki, öyle olsun,” dedi, “ben de merak etmiyorum o zaman.” Konuyu kapattığını sansın, bırak koltuğuna bir güzel kurulsun, bırak limonlu turtasını yesin, başka konulara geçsin.

“Bugün Tom’la öğle yemeği yedim,” dedi.

Mutfakta bulaşıkları toplarken, belki de doğru söylüyordur, diye düşündü, belki mektubu açmaktansa kendini öldürmeyi yeğliyordur, belki gerçekten de ne yazdığını merak etmiyordur ya da merak etse bile tuvalete kapanıp mektubu zarfın dışından okumaya çalışarak hezeyanlar geçirecektir. Ya da belki alınca, ah, Jimmy’denmiş, deyip mektubu çantasına atmış ve tamamen unutmuştur. Böyle yaptıysa onu öldürürüm, diye düşündü, onu bodruma gömerim.

Daha sonra, adam kahvesini içerken, “John’a gösterecek misin?” dedi. John da meraktan ölecek, diye düşündü, John da benim gibi temkinli yaklaşacak.

“Neyi John’a gösterecek miyim?” dedi.

“Jimmy’nin mektubunu.”

“Ha,” dedi. “Gösteririm tabii.”

Harikulade bir şekilde muzaffer hissetti kendini. Demek aslında John’a göstermek istiyor, diye düşündü, demek kendisinin hâlâ kızgın olduğunu görmek istiyor, John’un ona, gerçekten mi, Jimmy’ye hâlâ kızgın mısın, demesini istiyor. Buna evet cevabını verebilmek istiyor. Bu büyük zaferinin ortasında, bunca zamandır hep mektubu düşünmüş, dedi içinden ve kendine engel olamadan ağzından şu sözcükler döküldü:

“Hani açmadan geri gönderecektin?”

Adam kafasını kaldırdı. “Unutmuşum,” dedi. “Öyle yapacağım.”

Çenemi tutamadım, diye düşündü. Unutmuşmuş. Ne yazık ki, diye düşündü, gerçekten de unutmuştu. Aklından tamamen çıkmıştı, bir an bile tekrar düşünmemişti, burnunun dibinde dursa görmezdi. Bodrumdaki merdivenin altına, diye düşündü, kafatası parçalanmış vaziyette, lanet olası mektubu da katlı duran ellerinde ve değer, diye düşündü, of, hem de nasıl değer.

(Türkçesi: Berrak Göçer. Piyango ve Diğer Öyküler'de yer alan bu öykü, yayıncının izniyle daha önce Duvar Kitap'ta yayımlanmıştır.) 

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Çay


"Merricat, dedi Connie, bir fincan çay ister misin?
Eksik olsun, dedi Merricat, beni zehirlemek niyetindesin."

(Shirley Jackson, Biz Hep Şatoda Yaşadık. Çeviren: Berrak Göçer.)